DENİZ KOKUSU
Yirmi yıl kadar önce, çocukluğu
oraya yakın bir köyde geçmiş olan bir arkadaşımızın önayak olması sonucu, on arkadaş bir olup Adana’nın Saimbeyli
İlçesine bağlı Ağsu (Aksu) olarak ün
yapmış buz gibi bir su kaynağının hemen yanındaki araziye tek tip evler yaparak
küçük bir yayla oluşturmuştuk ve yaylamızın adını da “Aksu Yaylası”
koymuştuk. (Şimdi orası resmen kadastroya
kayıtlı Aksu Mahallesi oldu). Bundan on
yıl kadar önce ise orada, sadece erkeklerin katılacağı, bir “hafta sonu bekarlar
partisi” yapmayı planlamıştık. İlkbaharda açan çiçeklerin resmini çekmeye
zamanım olsun diye de ben arkadaşlardan bir gün önce yaylaya gitmiştim ve her
zaman uzaktan seyredip merak ettiğim karşı dağın tepesine tırmanmaya karar
vermiştim.
Sabah erkenden sırtımda çanta,
boynumda fotoğraf makinesi, ayağımda
spor ayakkabı ile düştüm yola. Yol az eğimli iken önce yürüyüş kolay
gelmişti ama biraz sonra patika dikleşince tepeye çıkmanın o kadar da kolay olmadığını
anlayacaktım. Neyse ki yol boyu görüp resmini çektiğim yaban
çiçeklerinin güzelliği bütün zorluklara
değiyordu. Ara sıra mola vermeme rağmen, tepeye yaklaştığımda nefes nefese
kalmıştım. Takip ettiğim patikalar biraz
sonra koca bir kayalığın önünde sona
eriyordu ve önümdeki son kayayı aştığımda ise patikanın devamının olmadığını görüyordum. Haliyle yeni bir yol bulmak gerekiyordu, ki bu
da zaman kaybı demekti. Saatler sonra
aşağıya baktığımda, bulunduğum o noktaya kadar nasıl tırmanabildiğime ben de
şaştım ve basit bir dikkatsizliğin nelere mal olabileceğini düşünerek
ürperdim. Benden başka bir canlının orada
olmadığını sandığım zirveye sekiz-on
adım kadar kalmıştı ki bir meleme duydum. Keçi sesiydi bu. Son kayayı da aştım ki ne göreyim? Etrafta onbeş kadar siyah keçi otluyor,
boşluğa ayaklarını sallandırmış halde,
uçurumun kenarında da bir çocuk oturmuş elindeki bıçakla bir dal
parçasını yontuyordu! Şaşkınlıktan ne söyleyeceğimi bilemeden ve de neredeyse
çocuğu azarlarcasına;
- Sen
kimsin ya? diye bağırdım. Sanki zirve babamın malıydı. Aslında bir çocuğun oraya çıkmayı başararak
benim tırmanma başarıma gölge düşürmüş olması canımı sıkmış olmalıydı bilinç
altımda.
- Mustaa,
dedi, gözlerini yontmakta olduğu dal parçasından ayırmadan. Orada olmam sanki çok olağan bir şeymiş gibi
davranıyordu ve beni hiç önemsememiş görünüyordu. Halbuki, kendisine doğru tırmanırken, beni
devamlı izlemiş olduğundan emindim.
- Ne
yapıyorsun burada? dedim, bu defa sesimin tonunu biraz kısarak.
- Geçi
otladıyom, bi de gendime düdük yapıyom.
Sen ne ediyon?
- Fotoğraf
çekiyorum, çiçek fotoğrafları.
- Çiçek? Netcen çiçek fotrafını?
On yaşları civarında gösteriyordu,
ama yine de yaşını sordum.
- Bu
baharınan onbir yaşına girdim, dedi. İlk
defa başını kaldırıp bana bakmıştı.
- Okula
gidiyor musun Mustafa?
- He
ya, ama bogün Cümertesi ya, okul yok bogün.
Cümertesi inen Bazar günneri geçileri ben yaydırıyom!
Başlangıçtaki çekingenliği yok
olmuş, gözlerime bakarak konuşmaya başlamıştı.
Onun bulunduğu yere çok uzakta
olmayan bir çam ağacının altına oturdum.
Az sonra o da yanıma geldi, bağdaş kurup oturdu. Yere koymuş olduğum fotoğraf makinesini
gözleri ile inceledi ve sonra çekine
çekine elini makineye değdirerek,
- Bunuynan
mı iresim çekeyon? dedi. Belli ki
makineyi merak etmişti. Makineyi
yerden alıp kendisine uzattım, aniden kolunu büküp az önce makineye değen elini
yumruk yaparak koltuğunun altına sakladı.
Sanki makineye dokunmakla bir suç işlemişmiş gibi…
- Al,
al, çekinme bak, dedim. İki elini birden
uzattı bu defa ve tereddütle makineyi eline aldı.
- Ağırımış
da ha…. dedi. Nasıl çekeyon peki?
- Bak,
buradan bakacaksın, bu düğmeye basıp resim çekeceksin. Hadi benim resmimi çek! Bir anda gözleri parladı.
- Olur
mu ki?
- Olur
olur ama önce ayağa kalk, birkaç adım geri git, oradan çek.
Aynen öyle yaptı, söylediğim hiçbir
şeyi ikiletmeden resmi çekti. Daha sonra
ben de kendisinin birkaç poz resmini çektim.
- İresimler
ne zaman çıkıcı peki?
- Valla
bir iki hafta sonra geldiğimde gösteririm.
Kızılağaçta mı eviniz?
Eliyle vadiyi
işaret ederek:
- Yok,
biz Zoplar’da oturuyok. Hoorda, ahan o
koyde.
- Baban
ne iş yapar?
- Darlada
iş dutar, güzünen kesilip gışın ormanda beklemiş ağaçların dallarını keser,
orman müdürlüünün gamyonlarına yükledir, para kazanır. Bi de çalışmadıında bizin baaçedeki ağaçların
dibini gazar, zebze neyim eker baaçamıza…
Çenesi iyice açılmıştı
Mustafanın. Belli ki yalnızlıktan
patlamıştı burada saatlerdir. Bana da iyice ısınmış olmalı ki, el, kol, baş
hareketleri ile konuşuyor da konuşuyordu
ve ben sormadan gardaşını, bacısını,
anasını ve dahi ineklerini, köpeklerini uzun uzun anlatıyordu. Nefeslenmek için sustuğu bir anda;
- Düdük
ne oldu Mustafa? Şimdiye kadar hiç
yapmadın mı yoksa?
- Çoook
yaptım. Ama hiçbiri ötmeyo, ben de hepini
başdan yapaayom!
Yarım kalmış düdük işini bitirmek
için gitti eski yerine oturdu, yere bırakmış olduğu beyaz kemik saplı çakısını eline
aldı ve yine aynı dal parçasını yontmaya başladı. Ayağında Ermenek Lastiği olarak ün yapmış
siyah lastik pabuçlar vardı. Ucuz
olmasına rağmen o dağlarda en kullanışlı ve en gözde ayakkabı budur. Kalınca bir yün çorapla giyildiğinde hem
kışın ayakları sıcak tutar hem de karda-buzda katiyen kaymaz. Mustafa dizleri yamalı kalın bir pantolon
giymiş, pantolonunu paçalarını ise el örgüsü beyaz yün çoraplarının içerisine
sokmuştu. Üzerinde ise uzun kollu mavi bir
gömlek ve rengarenk yünden örülmüş kısa kollu bir kazak vardı. Kimine göre zevksizlik, kimine göre renk
cümbüşü diye adlandırılabilecek bir giyim tarzı yani. Ben onun giysilerini inceleyip “hangi
açıdan onun birkaç fotoğrafını daha
çeksem acaba?” diye düşünürken Mustafa’dan bir bağırtı koptu:
- Uyyy anaamm!
Dalı ikiye kesebilmek için
elindeki bıçağı zorlamış ve kayan bıcak sol işaret parmağını derince
kesmişti. Telaşla ayağa fırladığımı
görünce:
- Gorkma,
gorkma bi şii deel, hinci ben eyi ederim gendimi, dedi ve ayağa kalkması ile beraber
biraz ilerideki bir ağaca doğru koşmaya başlaması bir oldu. Ben ne olduğunu anlayana kadar da elinde fındık
büyüklüğünde birkaç ağaç sakızı topu ile geldi.
Sol elinin baş parmağını kesilen
işaret parmağının üzerine bastırıp akan kanı durdurmuştu ama o elini hiç
kullanamaz olmuştu. Etrafına bakındı, arandı, yüzeyleri düzgün iki tane avuç büyüklüğünde taş aldı yerden ve onlarla
birlikte (orada ağaç sakızı denilen) reçineleri de avucuma koyarak;
- Bunnarı bu daşların arasında un ufak edebilin
mi? diye sordu.
- Toz
gibi mi yani?
- He,
toz kimi.
Yanımda yara bandı getirmemiş
olmanın pişmanlığı ile onun her dediğini hemen yapmaya koyuldum ve reçine
parçalarını un haline gelene kadar dövdüm.
Bu işlemi sırt çantamdan çıkarttığım bir naylon poşet üzerinde
yaptığımdan dolayı, ezdiğim reçineler hiç zayi olmamış, neredeyse yarım avuç kadar ince
granül birikmişti. Mustafa sağ eli ile
çimdik çimdik aldığı reçineyi yaranın
üzerine serpiyor, kanla karışıp eriyen
reçine zerrelerinin üzerine sonra bir
kat daha ekeliyordu. Kanla ıslanan toz
reçine sertleşmiş, bir kabuk halinde yaranın etrafını sarmış ve akan kanı
durdurmuştu.
- Zebaa
gadarı heç bişi galmaz, eyileşir! dedi
ve yine eline çakısını alıp düdük yapma işine devam etmeyi denedi.
Belli ki benim üzülmememi
ve kendimi iyi hissetmemi istiyordu.
- Mustafa
be, bırak şu düdük işini artık bugün, ha?
Elini yorma artık, dedim.
Suçluyu bulmanın
rahatlığı ile bıçağı yere fırlattı attı.
- Hep
gabahat bu bıçağda! Ne vakıt zorlasam
dönüvereyo!
-
Bu küçük kazanın sebep olduğu
nahoş havayı dağıtmak amacı ile,
- Büyüyünce
ne olmak istiyorsun Mustafa? dedim
- Vapor
sahabı bir gaptan olacın!
- Niye
doktor, mühendis, öğretmen değil de vapur sahibi kaptan olmak istiyorsun?
- Deniz
gogusu için!
- Anlamadım,
deniz kokusu için mi?
- He
ya! Hüsamettin örtmen anlattıyıdı,
dünyanın en gözel gogusu deniz gogusuyumuş.
Gendisi güççükkene Muulada Bozburun deyin bir yerde yaşarımış. Her yannı suyla gaplıymış, her zebah
uyandığında hep deniz gogusunu duyarımış.
Deniz gogusunu bir gogladın mı bir daha levidor (Revidor) golonyasına
bile dönüp bakmazımışın! “Deniz gogusu
olmasa ölürüng ben” deridi ve her datil vaktı gider orada galırıdı.
- Sen
hiç deniz görmedin yani?
- Yok
emme, iresmini çok gördüm, hem vaporların bileme…
- Peki
deniz kokar da bu dağlar kokmaz mı yani?
- Gokmaz
oluru mu ki? Bak geven otu nasıl
gokuyo? Hele şoordaki gekik? Elle bak nasıl gokar? Dağlar depeler de gözel gokar ama deniz
gokusu gadar gözel diyel.
Bir an sustu, önüne baktı ve
sonra damdan düşer gibi:
- Sen
heç deniz gokusu nedir bilin mi? diye soruverdi.
Hiç koklamadığı deniz kokusu buralara
kadar gelmiş, dağ çiçeklerinin
ilkbaharda havaya yaydıkları burcu burcu kokuları bile bastırmış ve Mustafa’nın dünyasını doldurmuştu! Ne desen boştu artık…
Ne olur ne olmaz diye çantamda
bulundurduğum büyük bir bisküvi paketini kendisine uzattım ve “sağlıcakla kal
Mustaa” diyerek geldiğim yoldan aşağıya dikkatle inmeye başladım. Kendisine söz vermiştim, ilk gelişimde onu bulacak
ve çektiğim resimlerden birer tane verecektim.
Birkaç hafta sonra tekrar yaylaya geldiğimde onun oturduğu köye gittim
ama tarif üzerine bulduğum evlerinde hiç kimse yoktu. Büyükçe bir zarfa koymuş
olduğum resimleri “Mustafa’ya verilmek üzere” notu ile kaybolmasın diye köyün bakkalına
bıraktım. Bu olaydan sonra keçi çobanı Mustafa’yı
hiç görmedim. Birkaç yıl sonra aynı köy
bakkalına uğrayıp kendisini sorduğumda okumak için köyden ayrıldığını, bir daha da hiç dönmediğini söyledi bana.
Siyah-beyaz Türk filmlerinde
yılların geçtiğini anlatmak için kendi kendine dökülen takvim yaprakları gibi
aylar, yıllar geçmiş, saçlarımıza aklar düşmüş ve bu seneye vasıl olmuştuk. Ya
yaşlandıkça yazlar bana daha sıcak gelmeye başlamış olmalıydı ya da iklim gerçekten değişmişti ve de bu nedenle Akdeniz
kıyılarında yazın yaşamak imkansız hale gelmiş olmalıydı. Denize girmek filan artık serinlemeye yetmiyordu
ve hatta rüzgarın durduğu saatlerde plaj
durmak neredeyse işkence haline dönüşmüştü.
Ama Ege sahilleri böyle değildi, havadaki nem daha azdı ve hiç olmazsa hava
geceleri biraz daha serin oluyordu. Bir
akşam dayanamadım,
- Hanım,
dedim, ne dersin bir Ege turu yapalım mı?
- Sen
bilirsin. Ne zaman yola çıkmayı
düşünüyorsun?
- Yarın
sabah erkenden!
- Tamam
be! Pilavdan dönenin kaşığı
kırılsın! Ben geceden valizleri
hazırlarım, sen istersen erkenden yat, yarın araba kullanacaksın. Peki, ilk hedefimiz neresi olacak?
- Çökertme! Biliyorsun, türküsünü her dinlediğimde hiç görmediğim o yöreye tarifsiz bir özlem
duymuşumdur. Şimdiye kadar gidip görmek
nasip olmadı. Kısmetse yarın oradayız!
Uzun ve yorucu bir yolculuktan
sonra, bazen harita yardımı ile, bazen
de sora sora, gün batımında Çökertme köyüne ulaştık. Yenilenmesi, boyanması henüz bitmiş olan
Çökertme Butik Otel’e yoldan telefon açıp oda ayırtmıştık ama aslında hiç de gerek
yokmuş, zira geldiğimizde odaların yarısından
fazlası boştu. Otel kıyıdan yüz metre
kadar gerideydi. Önünden geçen köy yolundan sonra bir otopark, ondan sonra da
kıyıda, yine aynı otelin işlettiği, özgün bir lokanta vardı. Yüzlerce kilometre mesafeyi bir günde
katetmiştik. Böylesine başarılı bir
yolculuğun mükafatı ne olabilirdi? Bir
düşünün….Hele ki deniz kıyısında? Tabii
ya, balık ve rakı!
Çökertme küçük bir koydan
ibaretti. Burası Bodrum’un doğusunda olup şehirden saatlerce uzaktaydı. Bodrum ve İzmirden gelen teknelerin demirlemiş olduğu
iskeleler kıyıdaki lokantaların içine kadar giriyordu. Yani otele veya köye gitmek için lokantaların
içerisinden geçmek mecburiyetindeydiniz.
Yerliden fazla yabancı turist vardı o akşam, ama biz yine de en güzel
masayı ele geçirebilmiştik. Bize arkası
dönük olarak kasadaki kişi ile konuşmakta olan garsona sabırsızlıkla “Genç,
bakar mısın?” diye seslendim. Bize dönüp
bakmadan “derhal efendim” demesine rağmen kara yağız genç adam oradaki
konuşmasına devam etti ve bir türlü masamıza gelmedi. Ben de, sinirlerime hakim olabilmek için, defalarca saydığım
tepemizde sallanıp duran renkli ampülleri birkaç kez daha saymak zorunda
kaldım.
Artık garsonun gelmesinden ümidi
kesip eşimle sohbete daldığım bir anda yanımda beliren birisi “emredin
efendim!” dedi. Ohh be, bizim garsondu
bu… nihayet!
Ben “Balık olarak neyiniz
var? Lagos bulunur mu? Levrek taze mi?” gibi sorular sıralarken
yüzüme bakmakta olan genç, kendisini öksüz ve yetim sanan bir çocuğun yıllar
sonra gerçek ailesine kavuşması anında yüzünde beliren ağlamaklı-gülmekli yüz ifadesinin
tıpkısı ile gözlerini dikmiş bana bakıyor
ve “beni tanısana yaa!” dercesine sorularımı duymazdan geliyordu. Ben de susup ona bakmaya başladığımda kendisini tanıyamadığımı anladı ve;
- Beni
çıkartamadın mı? Ben Mustafa!
- Hangi
Mustafa?
- Zoplardan…
- İyi
de oğlum Zoplar köyünün yarısının adı Ali, yarısının da Mustafa! Sen hangi Mustafasın?
Sol elini uzattı, işaret
parmağındaki derin yara izini gösterdi.
Vayyyy be! Bu bizim keçi çobanı Mustafaydı!
- Mustaaaa! Sen haa?
Oğlum ne biliiim, konuşman o kadar değişmiş ki! Hem en son gördüğümde küçük bir çocuktun,
şimdi kocaman adam olmuşsun!
- Evet
konuşmam değişti, yontulduk bunca zaman içinde.
- Burada
mı çalışıyorsun? Otur anlat hele.
- Şimdi
oturamam. Otelde kalıyorsanız iş
saatinden sonra otururuz biraz.
- Tamam
o zaman, önce rakı ve buz getir, meze-
balık kararını da sana bırakıyorum!
Mustafa bütün hünerini göstererek
krallara layık bir sofra donattı bize. Her
birkaç dakikada bir masaya gelip bir isteğimiz olup olmadığını soruyordu. Garson kıtlığı olan lokantada Mustafa’nın
bize olan ilgisinin fazla göze batmaması için bizi bırakmasını, diğer masaları da ihmal etmemesini istedim
ondan. Özellikle de yabancı turistler ülkemizden iyi izlenimlerle ayrılsınlar
arzu ediyordum. İki gözünü sıkıca yumup açmak suretiyle anlayışımdan dolayı teşekkür etti
bana. İşinin bitmesi gece saat ikiyi
bulmuştu ama ben de bu arada lokantada çökertme türküsünü çalmadığı için önce
protesto edip sonra ahbap olduğum işyeri sahibi ile muhabbete dalmış ve bu
konuda ondan ilginç şeyler öğrenmiştim.
Bir defa buradaki Çökertme
köyünün o meşhur türküde adı geçen “Çökertme” ile hiçbir ilgisi yokmuş! Ve bu
nedenle de Çökertme türküsünün orada çalınmaması normalmiş. Asıl Çökertme
Bodrum’da olup şimdiki Yalıkavak marinasının olduğu yermiş. Bitez yalısındaki “yalı” kelmesi de “sahil” demekmiş, yani bir bina filan
yokmuş oralarda! Üçüncüsü, “Aspat” bir köy ismi filan değil, bir tepenin
adıymış. Dördüncüsü, Halil Efe aslında
Yunan adalarına mal götürüp getiren bir kaçakçıymış ve hatta başka kaçakçıların
yolunu kesip haraç alan bir eşkıya imiş!
Ayrıca, sevdiği Gülsüm’ün asıl adı Hafize (Havsa) olup bir aile kızı
değil, eşkıyalar tarafından dağa kaldırılan alımlı bir çengiymiş! Hatta dağa kaldırılmadan önce, Halil’in en yakın arkadaşı İbraam Çavuşun
ikinci karısı olmuşmuş bir müddet. Bodrum
Kaymakamı da bu çengiye ilgi duyduğundan,
işi gücü bırakıp Halilin peşine düşmüşmüş. Sonuçta bir gece yanlış kıyıya yanaşan
Halilin teknesini denizden ve karadan kurşun yağmuruna tutan askerler onu
yaralı yakalamışlar, kaymakamlık bahçesinde teşhir ettikten sonra gece
gizlice öldürmüşlermiş.
Adamın anlattıklarına inanmak
istemedim, zira onun anlattıkları benim hayal ettiğim Çökertme öyküsüne hiç
benzemiyordu ve bayıla bayıla dinlediğim, melodisi ile zeybek oynadığım türküsü
de gözümden düşüvermişti! Ama belki de
gerçek buydu. Her zaman ezilenin yanında
olan halk, bir eşkıyayı bile ünlü bir kahramana dönüştürebilirdi, öldükten sonra
onun abartılmış öyküsünü kuşaktan kuşağa aktararak namını sürmesini
sağlayabilirdi. Duyduğu bu tatsız hikaye
eşimin de canını sıkmış olmalı ki, sonunu beklemeden bizden izin istedi ve otele döndü.
Dağarcığındakileri döken patron masadan tam kalkmıştı ki, işlerini ancak bitirebilmiş
olan Mustafa geldi, karşıma oturdu. “Anlat
Mustafa” dedim “ bunca yıl neler yaptın?
Oldukça düzgün bir Türkçe ile
özetledi hikayesini.
Köydeki okuldan sonra Adana’daki
Otel ve Turizmcilik Meslek Okuluna girmiş, üç yıl sonra turistik tesislerde
çalışabilecek bir eleman olarak mezun
olmuş. Hemen sonra Alanya’ya gidip bir
otelde iş bulmuş kendisine. Hem çalışma
saatlerinin çok uzun, hem de yaptığı işin çok yıpratıcı olması nedeni ile fazla
dayanamış, işten ayrılıp Antalya’ya geçmiş.
Kısa bir süre sonra bir lokantada
iş bulmuş. Bir müddet de orada çalışmış
ama işyeri el değiştirince, kadrosu ile beraber gelen yeni baş garson eski
çalışanların hepsine yol vermiş. Bu
arada biraz İngilizce, biraz Almanca ve biraz da Rusça öğrenmiş. Daha sonra
Antalya’nın meşhur Lara semtindeki bir otelde çalışırken, ailesi ile birlikte
tatile gelen çok güzel bir Hollanda’lı kızla tanışmış. Çok sevmişler birbirlerini. Kızın babası “bu oğlan Hollandaya
yerleşebilmek için seninle evlenmek istiyor, bu iş olmaz!” demiş. Kaç yıldır gidip göremediği ama her hafta
telefonla konuştuğu kendi babası da “Evlenecek kız olarak bula bula bu gavur
kızını mı buldun?” diye çıkışmış kendisine.
Ayrılmak zorunda kalmış sevgili Lineke’sinden. Kaderine küsüp taa buralara gelmiş ve
inzivaya çekilmiş. Gidip ziyaret etmek bir yana, artık köydeki ailesini telefonla
bile aramıyormuş.
- Yani
senin anlayacağın; hem aşkım hem
istikbalim yok oldu! dedi.
- Peki
ya deniz kokusu? dedim.
Acı acı güldü,
- Adanadayken
bir gün trenle Mersin’e gittim sadece o deniz kokusu için. Hem denizi de zaten ilk defa o zaman
görecektim. Ama kısmet…
Öyle bir yağmur indi ki o gün, Mersin sel sele gitti! Denizi göremeden zor kaçtım Adana’ya
geri. Daha sonraki yıllarda da otellerdeki
deterjan ve klor kokusundan, lokantalardaki yanmış yağ ve arap sabunu kokusundan,
işyeri çalışanlarının geceleri balık istifi yattığı odalardaki ter kokusundan
sıra gelmedi ki Hüsamettin hocanın anlattığı o deniz kokusuna!
İçim burkuldu, konuşamadım daha
fazla. İkimizden başka kimse kalmamıştı lokantada. Biz de konuşmayı kesince
sakin sakin kıyıya vuran dalgaların sesinden başka bir şey duyulmaz olmuştu
artık. Mustafa ise başını önüne eğmiş,
sol elinin işaret parmağındaki yara izini okşamaya başlamıştı. Önce tahta masada birkaç yuvarlak koyu leke
belirdi. Sonra yağmur damlası
düşüyorcasına arttı beneklerin sayısı.
Omuzları sarsılmaya başladı Mustafa’nın.
Ağlıyordu! Hem de artık hüngür
hüngür!
- Mustafa,
kendine gel, hiçbir şey üzülmeye değmez!
diyecek oldum, renkli
ampullerin menevişlendirdiği gözlerinden hala inmekte olan yaşlarla gözlerime
baktı ve parmağını kestiğinde bile ağlamayan o Mustafa, çocukluktaki şivesi ile,
- Sen
heç dağ gokusu nedir bilin mi? diye hıçkırdı…
Adil Karcı – 04 Eylül 2014