KÜÇÜK ADAM
Yazıhanemin bulunduğu iş hanının
tek çaycısı Şehmuz açık duran kapımı tıklattı, kapının eşiğinde durup büronun
içinde bir şey arıyormuşçasına gözlerini gezdirdi ve:
- Kusura
bakma abi, Küçük Adam hala burada mı diye bakmıştım da… dedi.
İşletmeci olarak mezun olup
askerlik görevimi tamamladıktan sonra bir müddet İncirlik Hava Üssünde Basın ve
Halkla İlişkiler Müşaviri olarak çalışmış, ama idealimdeki iş olan
ihracatçılığı yapmak amacı ile İncirlik’teki işimden ayrılıp Adana’nın o
zamanlar tek büyük postanesi olan Merkez Postanenin (ki artık en büyük olmasa
da hala Büyük Postane olarak bilinir) bitişiğindeki altı katlı bir iş hanında büro kiralayarak iş hayatına atılmıştım. Her katta tek odalı beş küçük bürosu olan bu
iş hanının benim bulunduğum üçüncü katında iki muhasebeci, bir telefon
tesisatçısı, bir müteahhit ve bir de ben vardım. İçeride olalım veya olmayalım, iş hanının
açık olduğu saatlerde işyeri kapılarımız hep açık bırakılır, o an hangimiz
yazıhanemizde isek, dışarıda olan komşumuzun sekreterliğini yapar, telefonlarına
bakar, gelenine gidenine göz kulak
olurduk. Bu nedenle sekreter ya da yardımcı
çalıştırma ihtiyacımız pek yoktu.
Muhasebecilerin yanında çalışan biri kız biri erkek iki genç de hepimizin dışarıdaki götür-getir türü
işlerimize koşarlardı. Çevredeki lokanta
ve kebapçılardan getirttiğimiz öğlen yemeklerini genellikle birimizin
yazıhanesinde toplanıp birlikte yerdik ve sohbet faslından sonra işlerimizin
başına dönerdik.
Yakın arkadaşlıktan öte, bir de
birbirimizin kardeşi, abisi olmuştuk.
Neden mi? Çünkü postanenin
telefon santralında çalışan bütün kızlar hepimizin ortak kız kardeşlerimizdi de
ondan! Yüzlerini görmediğimiz onlarca
kız kardeşlerimiz, ablalarımız vardı! O
yıllarda şehirlerarası telefon görüşmesi yapmak için önce “03” ü arayıp
görüşmek istediğiniz telefon numarasını yazdırmanız ve bağlantı kurulana kadar da
sabırla beklemeniz gerekirdi. Bağlantıda
gecikme olunca, durum sorgulaması için, arayacağınız numara “06” idi. Görüşmeyi bir an önce yapabilmek için:
- Şennur
bacım yaa, dört saattir bekliyorum, ne olur şunu bağlayın artık yaaa…
- Raziye
ablacım, sabahtan beri bekliyorum, sıram gelmedi mi artık be?
şeklinde, bağlantı sağlanana
kadar on-onbeş defa santralı aramak gerekebilirdi. Yüzünü hiç görmediğimiz santral memurelerinin
hepsini seslerinden tanır olmuştuk. Daha
kız “alo” der demez:
- Merhaba
Hülya bacım, bi daha baksana şu bizim sıraya, demin üçüncüydüm ama bir saattir
hala sıram gelmedi.
Onlarca santral memuresinin
çalıştığı salon postanenin en üst katındaydı.
Santralın pencereleri tavana yakın olarak yüksekte yapılmamış olsa,
bizim pencerelerimizden o bacılarımızı rahatlıkla görebilirdik, seslensek
sesimizi duyurabilirdik. Mesafe olarak onlara o kadar yakındık aslında.
Postanenin zemin katında, hemen
girişin sağında posta kutuları bölümü vardı.
“Postanenin bitişiğinde işyeri olan insanların posta kutusuna neden
ihtiyacı olabilir ki?” diye düşünebilirsiniz.
Posta kutusu sahibi olan firmalara daha fazla itibar edildiğine
inanarak, ve biraz da havamız olsun diye, her birimiz birer posta kutusu
kiralamıştık. Küçük küçük posta
kutularının üst üste sıralanması ile oluşan bir duvar düşünün. İşte ana kapıdan girince sağda posta
kutusundan oluşan öyle bir duvar vardı. Dışa bakan tarafta kutuların kilitli
kapakları vardı ama görevliler gelen zarfları kolaylıkla yerleştirebilsinler
diye iç yönde hepsinin arka tarafları açıktı.
Bu posta kutularından oluşan duvarın orta yerinde, göğüs hizasında,
küçük bir pencere deliği bırakılmıştı.
Zira, gelen zarflar veya koliler posta kutusuna sığmayacak kadar büyük
ise, posta kutunuza bırakılan bir not ile bunu öğrenir, bu pencereden içeriye
seslenir, görevliye ihbar kağıdını verip gönderinizi pencereden teslim
alırdınız. Posta kutusu servisinde iki
kişi çalışırdı. Pencereye eğildiğinizde
bu çalışanlardan bir tanesinin sadece belden aşağısını görebilmenize rağmen
diğerinin tüm bedenini görebilirdiniz!
Minyatür bir adamcıktı o ikincisi.
Zannettiğiniz gibi başı, eli, kolu, bacakları birbiri ile orantısız bir
cüce filan değildi bu şahıs, basbayağı boyutları küçültülmüş normal, yakışıklı,
bir adamdı. Boylu poslu değildi ama çok bakımlıydı ve karizmatikti. Her zaman takım elbise giyer, açık mavi veya
beyaz renkli gömleği jilet gibi ütülü olurdu ve kravatsız da gezmezdi. Yandan ayırarak taradığı dalgalı siyah saçları
zeytin yağı sürülmüş gibi pırıl pırıl parlardı.
Çocuk zannetmesinler diye olsa gerek, göze hoş görünen bir de bıyık
bırakmıştı. Yaşını pek göstermiyordu ama
dikkatlice bakıldığında kırkı aşmış olduğunu anlamak zor değildi
Her zaman gülümseyerek bakan bu
sevimli adamın adını “Küçük Adam”
koymuştuk.
Kendi görevi olmasa da, posta
kutularımızı uzunca bir süre açmayı ihmal etmemiz sonucu biriken mektuplarımızı
kutulardan çıkartır, öğlen paydosunda bize
getirir, yazıhanelerimize dağıtırdı.
Yemek davetimizi her zaman kibarca geri çevirir, ara sıra bizimle bir çay
içerdi. Çok iyi bir dinleyici idi. Gerekemedikçe sohbeti bölmez, boş laf
etmezdi. Birkaç gün yanımıza uğramayacak
olsa kendisini merak eder, birisini postaneye gönderir baktırırdık ne oldu diye. Kısacası alışmıştık ona. On yaşındaki bir çocuğunki kadar olan boyu
ile alay etmek aklımızdan bile geçmezdi.
Üstelik, kazara ağzımızdan
kaçıracağımız bir sözcükten dolayı incinmesin diye de onun yanında konuşurken
kelimelerimizi dikkatli seçerdik.
“Siz”li “biz”li ve saygılı konuşmalarımızdan kendisi de çok hoşnut
olmalıydı ki, hiçbirimize mektup gelmemiş olsa bile zaman zaman uğrar, hatırımızı sorar, en müsait
olanımızın odasında çay ikramımızı kabul ederdi.
İşte Şehmuz’un kendisini
sorduğu gün benim odama gelmiş, masamın
önündeki misafir koltuğunda oturmuş, fotoğrafçılık ile ilgili konuşmamı can
kulağı ile dinliyordu. Şehmuz’un kapıdan
bakıp onu görmesi mümkün değildi, zira Küçük Adam kapıya arkası dönük
oturuyordu ve yüksek arkalıklı döner koltuğun içerisinde kaybolmuştu. “Sus, kendisi burada, daha fazla konuşma”
işmarı olarak kaş göz oynattıysam da Şehmuz durumu çakmadı ve:
- Küçük
Adam’a bir şey soracaktım. Az önce çay
getirdiğimde buradaydı, çabuk gitmiş demek.
Neyse, birazdan yanına uğrar orada sorarım, diye sürdürdü konuşmasını.
Küçük Adam oturduğu döner koltuğu
kapıdan tarafa çevirdi ve Şehmuz’a içtenlikle gülümseyerek:
- Buradayım
Şehmuz Bey, sor ne soracaksan. Afallayan
Şehmuz:
- Abi
sen burada mıydın? Kusura bakma ya, yani öyle demek istemediydim.
- Neydi
soracağın, onu söyle.
- Benim
olmayan bir posta kutusu numarasını adres olarak yazsam, mektup bana ulaşır mı
diyecektim.
- Tabii
ulaşır. Kutuyu kim açarsa mektubunu alır,
sana verir. Seni tanıyorsa tabii.
- Sağol
abi. Yaa, bak kusura bakma ağzımdan kaçtıydı demin…, diye lafı geveliyerek
kıpkırmızı olan yüzünü yere eğip gitti.
Küçük Adam
yüzünden hiç silinmeyen sıcak gülümsemesi ile bana döndü:
- Çoktan
alıştım bunlara Adil Bey, beni hiç rahatsız etmiyor artık. Zira gerçek bu. Boydan nasip alamamışım işte.
Gerçeği söyleyene de kızılmaz ki! Bana “Selvi Boylu” deseydi, bak o zaman
bozulurdum.
Küçük Adamın bizim
iş hanına bundan sonraki gelişi bir veda ziyaretiydi. Kattaki bütün yazıhanelere uğramış vedalaşmış
ve en son benim büroma gelmişti.
Ankara’ya nakledilebilmek için yaptığı atama başvurusunun kabul
edildiğini söyledi. Beraber yaşadığı dul annesini alıp gidecek ve
başka bir şehirden Ankara’ya tayin edilmiş olan öğretmen kız kardeşi ile hep beraber orada yaşayacaklarmış
bundan böyle. Üç kişiden oluşan ailesinin
artık hep bir arada olacağı için mutluydu ama alıştığı ve çevre edindiği bu
şehirden ayrılmak da ruhunda bir burukluk yaratmıştı belli ki. Her zamanki gülümsemesinde bir hüznün varlığı hissediliyordu ilk defa. Hani “dokunsan ağlayacak” derler ya, işte
aynen öyle. Tekrar Adana’ya yolu düşerse
mutlaka bizi ziyaret edeceğine söz vererek ayağa kalktı, tam kapıdan çıkıyordu
ki beni görmeye gelen müzisyen arkadaşım Erdoğan ile karşılaştılar. Meğer tanışıyorlarmış. Birisi yukarıdan aşağıya, diğeri aşağıdan
yukarıya doğru birbirine bakarak kapı eşiğinde sohbet ettiler bir müddet, sonra
Küçük Adam asansöre doğru yürüdü, gitti.
- Ne
arıyor bu Gıllik Şef senin burada? diye sordu Erdoğan.
- Kim
kim? Gıllik Şef mi?
- Biz
ona kısa boylu diye Gıllik Şef deriz, Adana Musiki Cemiyetinde koro
şefidir. Sen nereden tanıyorsun bu adamı?
- Postaneden,
dedim.
Arkadaşımla kapı önündeki
konuşmamız yazıhane komşularımın da ilgisini çekmiş olmalı ki odalarından çıkıp
etrafımızda halkalandılar. Hepsini
içeriye buyur edip birer çay söyledim. Yeteri kadar oturacak yer olmadığından,
birkaç tanesi tekerlekli koltuklarını da sürükleyip geldiler büroma. Bize göre konu “Küçük Adam”, Erdoğan’a göre
ise konu “Gıllik Şef” idi.
- Böyle
kısa mısa olduğuna bakmayın, dedi
Erdoğan, değerli bir koro şefidir o ve de birkaç tane güzel bestesi var. İyi de ud çalar.
- Yahu
ud dediğin alet kendisinden büyük, nasıl çalabiliyor ki?
- Udunu
özel olarak İzmir’de yaptırdı, zenne (kadın) udundan daha da küçük. Ama hem udunda hem kendisinde bir ses var ki,
sormayın!
- Bu
bizim Küçük Adam’ın mı?
- Dedim
ya, Gıllik Şef’in , yani sizin Küçük Adam’ın.
- Çok
da kibar ve efendi birisiydi yaaa… dedi arkadaşlardan birisi. Diğeri lafı aldı:
- Evet
valla, küçük büyük herkese saygılıydı.
Hiç “sen” dediğini duyanınız var mı? Bir diğeri:
- Allah
için çok değerli bir insandı. Gittiğine
üzülmedim desem yalan olur.
- Ben
de üzüldüm. Her gün yanıma gelse
sıkılmazdım
- Yaa, bana uğurlu gelirdi bu adam be! Hangi gün onu görsem işim rast giderdi.
- Bir
de çok alçak gönüllüydü ki sormayın. Bak
bu güne kadar hiçbirimize koro şefi olduğunu söyleyip de övünmedi.
- Muhteşem
bir insandı arkadaş, ben onu bunu bilmem…
Herkes bizim Küçük Adamı göklere
çıkartıyor, övüyor da övüyordu. Nice
sonra aklıma geldi, ortaya sordum:
- Yaa
bakın hele, asıl adı neydi bizim Küçük Adam’ın?
Hemen cevap verecekler sandım,
ama yanılmışım. Uzunca bir sessizlikten
sonra Erdoğan:
- Nuri
mi Nurettin mi öyle bir şey olacaktı.
Bir kere sormuştum ama valla unuttum.
- Ya
ben de duymuştum ismini, dedi muhasebeci Mustafa, ama Nuri filan değil
de sanki Hüsnü ya
da Hüsamettin gibi bir şeydi.
Yarım saattir Küçük Adam’ı
göklere çıkartan bizler “adını bilmiyorum” diyemiyoruz, ha bire isim yakıştırmaya çalışıyorduk
adamcağıza. İşin gerçeği şuydu ki, kaç
yıldır tanışmamıza rağmen, bir gün bile adama “Adınız ne?” diye sorma zahmetine
katlanmamıştık!
Muhasebeci Mustafa bütün yarış atlarının yabancı isimlerini, ana babalarını, jokeylerini, aprantilerini, seyislerini isim ve soyadları ile bilirdi. Muhasebeci Hayrettin, adını hiç duymadığımız yüzlerce politikacının sülalelerini sıralardı bize. Müteahhit Turgut yerli yabancı filmlerin baş rolden figüranına kadar olan bütün oyuncularının adlarını hatasız yazabilirdi. Bütün lig takımlarının kadrolarını, antrenörlerini, menajerlerini saymak telefoncu Haluk’un uzmanlık dalıydı. Ben ise yaşayan ve yaşamayan bütün meşhur fotoğrafçıları ad, soyad ve yaşadığı şehir adları ile söyleyebilirdim gerektiğinde. Yani hepimiz yüzlerce insanın adını öğrenmiş ve ezberimizde tutabilmiştik de bir tek kahramanımız olan Küçük Adam’ın gerçek adını öğrenmeye tenezzül etmemiştik! Zira, lafla kendisini devleştirmiş olsak da, sonuçta “küçük bir adam” olmaktan öteye geçirememiştik onu gözümüzde…
Adil Karcı – 30.10.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder