1964 yılında Tarsus Kolejinden mezun
olan arkadaşlarımla okula aynı yıl başlamıştım ama bir sene kaybettiğim için
1965 yılında mezun olabilmiştim. O
yıllarda “borçlu geçmek” gibi bir şansımız olmadığından tek dersten zayıf almak
bile sınıfta kalmaya yeterliydi. Aynen
öyle olmuş, lisede derslerin birisinden çakmış, “çift dikiş” yapmak zorunda
kalmıştım. Bir sene sınıfta kalmanın da
avantajı yok değildir hani. Bir alttaki
sınıftakilerle de birkaç yıl beraber okursun, böylece okulu bitirdiğinde sınıf
arkadaşlarının sayısı katlanmış olur.
Olur olmasına da, çocukluk ve gençlik yıllarını beraber geçirdiğin altı
yıllık sınıftaşlarının yeri de bir başka olur yaşamında.
Yavuz Altay, Adana’da oturuyor
olmam hasebiyle, beni arayıp 16 Mayıs Cuma akşamı için iyi bir kebapçıda otuz
kişilik yer ayırtmamı istemişti. Adana
kebabını hakkı ile yapan Sercan Restoran’da
uzun bir masa hazırlatmış, akşam 8:00 gibi Adana Şirin Park otelden gelecek arkadaşlarımı
ve eşlerini karşılamak üzere bahçeye çıkmış bekliyorum. Gözüm kol saatimde, dolanıp duruyorum. Gelen giden olmayınca dayanamayıp Muammer
Arıkan’ı arıyorum ve biraz gecikeceklerini öğrenince de (bu organizasyonda bana yardımcı olan) avukat damadımla bahçedeki bir masaya ilişip
laflıyoruz. Derken lokantanın önünde iki
minibüs duruyor ve bizim grup tek sıra halinde bahçeye girmeye başlıyor. Yassı taşlar döşenerek ince bir patika haline
getirilmiş bahçe girişi ile bina arasındaki
yola neden akıl edip de bir kırmızı halı serdirmediğime, neden bir
davul-zurna çaldırtmadığıma hayıflanıyorum o an.
On yıl önce, yani mezuniyetlerinin
40. yılında, okulda görmüş olduğum arkadaşlarımı tanımam zor olmuyor ama elli
yıldır göremediklerim bana o kadar yabancı geliyor ki! “Beni
tanıdın mı?” diyor saçlı-sakallı orta boylu zayıf birisi. “Tanıdım” desem, “adım ne o zaman?” diyecek
belli ki ve de piyastos olacağız… “Valla
çıkartamadım” desem, “Ulan insan elli yedi yıllık arkadaşını tanımaz mı be?”
diyecek! Hafızamı zorlayıp duruyorum
ama hafızamın da kalleşliği tutmuş bir türlü yardımcı olmuyor! “Ben Yusuf be!” diyor nihayet. “Valla” diyorum, “dilimin ucundaydı ama sen
benden önce davranıp adını söyledin.” Türkçemizde ne güzel deyişler, deyimler var. “Dilimin ucunda….” çevir bakalım başka bir lisana neye
benzeyecek? Evet, yalan değil, Yusuf’un
adı da dilimin ucundaydı ama başka isimler de dilimin ucundaydı. Seç aralarından bul bakalım karşındaki saç-sakal yumağı ile hangi isim eşleşecek, tabii bulabilirsen…
Sağ olsunlar, bana yardımcı olmak
üzere Yavuz ve Timur imdadıma yetişiyor ve beni zor durumda bırakmamak için her
önümden geçeni takdim etmeye başlıyorlar.
Birçoğu ile son on yılda görüşmüş olduğum için, “hafızamızı o kadar da
kaybetmedik canım” dercesine, takdim beklemeden “Merhaba Çetin, hoş geldin Tolga…”
diye elimi uzatıyorum Timur veya Yavuz’un tiyo vermesine fırsat vermeden. Ama sıra Bünyamin Çatal’a gelince takılıyorum
ve bu defa her ikisinin de hınzırlığı tutmuş
olmalı ki ne Yavuz ne de Timur
seslerini çıkartmıyorlar. Umutsuz
umutsuz yüzlerine bakıyorum, her ikisinin yüzüne de gaddarca bir gülümseme
yerleşmiş, bana “madem öncekileri
tanıdın hadi bunu da tanı bakalım” diyorlar sanki. Derken bir başkası arkadan sesleniyor
“Bünyamin’i hatırlamadın mı yaaa?”
Lan Yusuflar, lan Bünyaminler! Şart mı sakal-bıyık bırakmanız olum?
Gıcığınız mı var bana yaa?
Tanınmamak için bir de maske taksaydınız bari, oldu olacak!
Aramızdaki birkaç kişi hariç,
saçlarımızı neredeyse tamamen kaybetmişiz.
Timur’da saç var olmasına var da, beyaz kıllı keçi postundan yapılmış
peruk gibi bir şey. Peruk olup
olmadığını sorsam ayıp olur diye sesimi çıkartmıyorum. Gerçi gerçek saça benziyor ama bu defa da hangi
deterjanla bu kadar bembeyaz
yapabildiğini sormak geliyor içimden.
Olur a, kafamızdaki üç tel saçı tümden bembeyaz yapmak istersek, ne
kullanacağımızı bilelim, di mi yani? Off
be! Saçı peruk değilse değil n’apalım yani?
Ama bak üst ön dişleri arasındaki boşluk nasıl da açılmış, mağara kapısı
gibi olmuş? (Ona da bir kulp buldum
sonunda! Ohh be!)
Sınıfta ilk bıyığı çıkan sevgili
arkadaşım Serhan Altınordu’yu, artık sakalı-bıyığı olmamasına rağmen (ama biraz
kırlaşmasına karşın hala saçlarının kafasını terk etmemiş olmasından) tanımam
hiç de zor olmuyor. Boyu basketbol
oyuncusu olabilmek için yeterli olmadığı düşünülebilecek olan Serhan’ın,
şimdilerde “üç sayılık” denilen uzak mesafe basketleri ile meşhur olduğu
günleri anımsayıp gülümsüyor, boynuna sarılıyorum.
Cemal Güven
geliyor sahneye. “Ağır Abi” karizması
hiç değişmemiş ve bir elli sene sonra
rastlasam, onu ilk bakışta tanıyabileceğimden eminim. Arkasından Tolga Eroğan beliriyor. Nazarlardan uzak olsun, Tolga hiç değişmemiş
ki tanımayayım! Benim dönemden Sinan
Bayraktaroğlu’nu görüyorum onun ardından. Sinan da aynı o eski Sinan! Ateş Aykut da ilk bakışta hatırlanacak
takımından. Gerçi onunla son yıllarda
görüşmüştük ama elli yıldır hiç
görüşmemiş olsaydık bile yüz metreden tanırdım onu, eminim. Genç kalmış olması bir yana, tanımam için o kendine
has gülümsemesi bile yeter! Çetin
Yüceuluğ ise aramızda en dinamik kalmış olanımız! Al manken diye podyumda yürüt…
Sermet
Tuna…. Bir gün önce karşılamıştım onu
hava alanında. Yakışıklılığa aynen devam!
Ama bin bir zahmetle geliştirdiği
pazuları sanki artık yok gibi ya da onları bizden saklıyor uzun kollu gömleği ile, her neyse
ne.
“Ben Mahmut
Arsava” diyor karşımdaki kilolu bir arkadaş, “Hafızanı fazla zorlama, nasıl
olsa hatırlayamazsın” dercesine . “Mahmuuuuttt?” diyebiliyorum ancak. Ne yalan söyleyim, saçlarının hala gür
olmasına ve de genç görünümüne rağmen, benden biraz daha fazla büyütmeyi
başarabildiği göbeği nedeni ile tanıyamıyorum onu! Aslında
benim gibi başkalaşıma uğramış guruptan olsa da, Facebook’ta görmüş olduğum fotoğrafları
dolayısı ile Necati Dedeoğlu’nu hatırlamam pek güç olmuyor. “Yahu sen Antalya’da mısın, Adana’da mısın,
neredesin?” diyor bana ve sarılıyoruz.
Sima olarak,
Turhan Kayasü hiç değişmemiş. Onu da ilk
bakışta tanıyamazsam, hafızamdan tamamen şüphe ederim artık. Valla Turhan’da ne cami yıkılmış ne de mihrap
yerini terk etmiş. Hani derler ya;
“Maşallahı var”! Sadece biraz
esmerleşmiş gibi geldi bana.
Eğer etrafta dolaşan
bir sürü orta yaşlı Çinliler, Moğollar veya
Türkmenler yoksa, Hikmet Pekcan’ı
fark edememeniz için hiçbir sebep yok
demektir! Üstelik zaten adam hiç
değişmemiş ki! Her ikimiz de gündüzlü
olduğumuz için, beraber okula gidip geldiğimiz o eski günler geliyor gözümün
önüne ve Hikmet’e biraz daha özlemle sarılıyorum.
“Aman Allahım”
diyorum Şerif Boyacı’yı görünce. Her
ne kadar o da sakal bırakmışsa da, her ne kadar saçlarını ustura ile
kazıtmış(!) ise de simasını değiştirememiş,
velhasıl suretini gizlemeyi başaramamış! Basbayağı bizim Şerif bu yahu! Kendisine has o bas-bariton sesi ile
“Merhaba Adil” diyor ve kucaklaşıyoruz.
Yavuz Altay
ile mezuniyet yıllarından sonra görüşüp hasret gidermişliğimize rağmen (ki
kankalarımdan birisi olur zat-ı alileri) yine özlemle atılıyoruz birbirimizin boynuna.
Derken arkadan
“Diyl, Adiyl” diye sesleniyor birisi.
Haydar hoca kopyası bir saç modeli, bembeyaz pos bıyıklar, eh biraz da
göbek…. Yıllar öncesi birkaç kere görüşmüştük ama benim o gördüğüm kankam
Muammer Arıkan bu değildi ki! “Mutlaka
sahtesidir, hatta Çin malı bile olabilir bu” diye içimden geçirirken bakmakta
olduğum gözleri “benim ben, sahte mahte değil hakikiyim” diyorlar bana. Güreşçiler misali, el ense dalıyoruz
birbirimize.
Aydan Bulutgil
zarafetinden hiçbirşey kaybetmemiş.
Ertesi gün okula gelen Erdoğan durmaz olsun Mehmet Can olsun, her ikisi
de pek yaşlanmamışlar Maaşallah!
Bu arada arkadaşlarım
yanlarındaki eşlerini de takdim ettiler bana ama o heyecanla kim kimdir aklımda
tutamadım, taa ki ertesi gün tekrar buluşana kadar.
Son olarak
şapkalı bir heyula belirdi en arkada.
“Ali Karakaplannnnnn, merhaba
arkadaşım” diye bağırdım. “Nasıl tanıdın
beni yahu?” dedi şaşırarak. Doğrusunu
söylemek gerekirse haklıydı, zira benim elli yıl önce Kolej kapısında
vedalaştığım Ali Doğan ile bu şahsın
arasında pek benzerlik kalmamıştı.
“Nasıl mı tanıdım?” dedim.
“Boyundan olum boyundan!” Vay
be, yıllar hepimizden neler alıp
götürmüş!
Merak bu ya,
yemeğe oturunca Ali’ye duyura duyura etrafımdakilere “Yahu Ali kibar çocuktu
eskiden, şu saygısıza bak, şapka ile kapalı mekanda oturuyor” diye ünnedim.
Kendisi beni
duymadı ama yanındakilerden birisi hislerime tercüman olup şapkasını
çıkarttırdı kafasından. Tamaammmm. Onun da bizim gibi mutasyona uğrayan türde
bir insanoğlu olduğu çıktı ortaya. O
“flat-top” yaptığı saçları gün gelmiş ona büyük vefasızlık etmişlerdi besbelli!
Ertesi gün
okulda buluştuk hepsi ile tekrar. Tarsus
Koleji’nin simgesi olan Stickler binası hariç, bütün eski binalar değişikliğe
uğratılmış ve yeni yeni binalar yapılmış okulda. Bizim zamanımıza kıyasla okul kat kat büyümüş
olsa da, futbol, voleybol ve basketbol sahalarımız bahçeden kaldırılmış olsa
da, orada hiç yabancılık çekmedik. Zira
eski dostlarımız olan çam ağaçlarının birçoğu hala yaşıyorlardı ve
teker teker bize “hoş geldiniz” dediler.
İhzari (hazırlık) sınıfının
önünden geçerken hepimiz onbir-oniki
yaşlarımıza döndük. Mrs.Maynard’lar, Mrs. Stone’lar “Gud morning
centilmın” dediler bize bir kez daha…
Şimdi müzik odası olan Coğrafya odamızın merdivenlerinde kameraya poz
verirken rahmetli Omar Ağa’nın sesi geliyordu içeriden. Kopya çekerken yakaladığı ağabeylerimizden
birisine bağırıyordu; “Döbrenme Tineezzz!”
Şimdi yerinde
yeller esen kütüphanemizin önünde dikilip aramızdan ayrılan arkadaşlarımızı,
mezuniyetten sonra izini tamamen kaybettiklerimizi , Homecoming etkinliğini
duyup da gelemeyen arkadaşlarımızı anarken mavi bir MZ marka motorsiklet geçti
yanımızdan. Müdür muavini ve de tarihçi
İbrahim Akış yine bahçeyi turluyordu yeni motorsikleti ile. “Çok görmeyin çocuklar, gençliğimde sahip
olamadım böyle bir şeye, şimdi acısını çıkartıyorum” demişti ya, biz de hoş görmüştük ya, demek hala motoruna doyamamış
olmalı ki okulun bahçesinde sonsuza kadar sürecek turuna devam ediyordu.
Artık modern
bir tiyatro salonu haline dönüştürülmüş olan Assembly Hall’a plaket töreni için girdiğimizde gayri ihtiyari
olarak gözlerim tahta sandalyelerimizi aradı, burnum boyasız tahtalarla döşeli sahnenin
o eski tozlu kokusunu arzuladı. Üstelik,
okul bitirme sınavlarının yapıldığı o koskocaman salon küçülmüş ufacık olmuştu (ya da biz
büyümüştük, veya her ikisi de olmuştu)!
Altı yıl aynı
sınıfları paylaştığım arkadaşlarım Haydar Hoca’nın elinden ellinci yıl
mezuniyet plaketlerini almak için sahneye dizildiğinde içimde bir burukluk
hissettim. Ben de o an bu sevgili arkadaşlarımın arasında olabilirdim. Ne vardı o yıllarda voleybol’a o kadar zaman
ayırıp dersleri ikinci plana atacak?
Çukurova Spor Kulübü, derken Hanedan Spor, sonra Adana Karması, derken
Genç Milli Takım…. (Ki bu sonuncusuna devam
edecek pek zaman da bulamadım zaten).
Bir sene kaybettikten sonra aklım başıma gelmişti ve son iki sene Ömer
Bey’e “Yahu Adil, bunca yıl sen nerelerdeydin” dedirtecek kadar derslerden iyi
notlar almış (ihtiyaç duymadığımdan
dolayı kullanmadığım) “Dr. Cyrill Has” bursuna
layık görülmüştüm.
Ama ne
çare? Zamanı geriye döndüremiyorsun ki! Neyse, yine de şimdi hababam sınıfına taş
çıkartacak arkadaşlarımın yanındaydım ve
gururla onların tören fotoğraflarfyrtını çekmek bana nasip olmuştu, daha ne
olsundu ki!
Tören sonrası
sahneden inmeden “Bombalaki” çekmesi istenildi bizim ihtiyar
delikanlılardan. Önce hiç alışık olmadığımız “bom-bom-bom”la
başladılar, sonra bombalaki ile devam ettiler ama cılız ve detone seslerle… Sahnenin önünde olan ben bile duyamadım
seslerini. Yavuz dayanamadı “Arkadaşlar, dedi, biz eski bombalakimizi çekelim, ne bu böyle bom,
bom, bom?” O an ben dahil herkes aynı
şeyi düşünüyor olmalıymışız ki hepimiz rahatladık ve bir canlılık geldi üzerimize.
Okulda
geçirilen her sene için ayrı bir
kişilikle, yani sahnedeki her bir kişi yedi-sekiz kişi olarak sahneyi doldurmuştu artık… Nesnel olarak görünmeseler bile, o eski
bombalakiyi çeken ağabeylerimizin de hepsi o sahneye çıkmıştı şimdi. Koskoca bir gençlik sahnedeydi, tümüyle TAC
ruhu sahnedeydi! Sahne zaten taşıyamazdı
bu kadar yükü. Taştık okulun bahçesine,
taştık tüm Tarsus’a, taştık tüm Türkiye’ye, taştık tüm dünyaya! Salon çınladı, salon sarsıldı, salon yıkıldı bu
defa:
BOMBALAKİ, BOMBALAKİ, BOM BOM BOM !
TARSUS, TARSUS ZIM ZIM ZIM !
KOLEJ, KOLEJ, KOLEJ !
Adil
Karcı, 21 Mayıs 2014