REYHAN



REYHAN


Hani avucunu kepçe gibi yapar da baş aşağı çevirip çocuk başı okşarsın ya, işte aynen öyle sağ avucumu  yumup oturduğum masanın kenarında duran, antik Yunan desenleriyle süslenmiş, alt yarısı mavi sırla kaplı toprak saksıdaki  reyhanın yaprakları üzerinde gezdirerek  biraz koku topladım ve daha sonra avucumu burnuma kapatıp uzun uzun soludum.  Çocukluğumdan beri severdim reyhan kokusunu.

-       Vay, dedim saksıdaki reyhana, bugün muhteşemsiniz Reyhan Hanım!
-       …….
-       Ne o, iltifatımı beğenmediniz mi?  Yoksa size Reyhan değil de Fesleğen,  ya da Sinekkanadı diye mi hitap etmeliydim?

Bu bitkiye verilen birleşik isimleri kafamda ayrıştırmaya çalıştım.  Reyhan, yani “rey” ve “han”.  Ne alaka?  Ya Fesleğen’e ne demeli?  “Fes” ve “leğen”?   “Fes şeklinde bir leğen” demek istememişti herhalde bu ismi koyanlar.  Kulağa hoş gelmese de, en alakalı isim Sinekkanadı olabilirdi,  zira bitkinin yaprakları sinek kanadını andırıyordu biraz.  Merak bu ya, üstelik teknoloji de avucumuzda, emrimize amade ya artık, cep telefonundan internete girdim, araştırdım.   Evet, bu üç isim de aynı bitkiye aitti ama Reyhan Arapça kökenliydi, “güzel rızık” manasınaydı.  Fesleğen ise Yunanca kökenli olup “kraliyet” anlamına geliyordu.  Çeşni katmak üzere kuru veya taze olarak yemeklere konulan bu bitki meğer nice hastalıklara da iyi geliyormuş!   Öğrenmiş oldum.  Kapattım elimdeki telefonu ve döndüm Reyhan Hanım’a:

-       Bak gördün mü?  Sana “Reyhan” dedik, “Hanım” dedik, tenezzül buyurup  cevap vermedin!  Tabii, burnun büyüdü de ondan!  Şimdi cicili-bicili özel saksıya dikilmişsin ve her gün sulanıp okşanıyorsun.  Unuttun o zeytin yağı tenekelerine dikilip de haftalarca suyu zor bulduğun günleri değil mi?  Yaprakların toz topraktan görünmezdi be!  Ne idiğü belirsiz bir bitki olarak ya bir bahçe kenarında, ya  bir kerpiç evin kuytusunda kurur giderdin ve adın da “sinekkanadı” olmaktan öteye geçemezdi.  Hani var ya, o eski Türk filimlerinde… hani fakir bir temizlikçi kız bir gün keşfedilip meşhur bir şarkıcı olur da sonra öz babasını tanımazdan gelir ya?  İşte sen de aynen öyle olmuşsun.!

Reyhan Hanım dayanamadı, patladı:

-       Deli misin, mecnun musun, nesin?  Kes sesini de git artık başımdan be!  Koklama ayağına yatıp  saçımı-başımı darmadağın ettiğin yetmezmiş gibi...!

Evet, ben gerçekten deli  olmalıydım aslında, Reyhan Hanım haklıydı.   Öyle ya, oturmuş telepati yolu ile bir çiçekle konuşmaya çalışıyordum!  Ama dur hele, niye deli olaydım yahu?  Bak, sonunda konuşmuştu işte benimle!

Konuşmacı olarak davet edildiğim bir tarım sempozyumuna katılmak üzere Adana’dan Antalya’ya gitmem gerekiyordu.  Bu  iki şehir arasındaki kıyı kasabalarında işim icabı görüşmem gereken kişiler olduğundan, araba ile yola çıkmış, her zaman olduğu gibi Alanya’da bir akşamlık  mola vermiştim.  Kaldığım otel şehir merkezinden Alanya kalesine çıkan yol üzerinde, marinaya hakim bir yamaçtaydı.  Otelin önündeki dar yolun deniz tarafında ise, sahilden bir apartman boyu kadar yüksekte, falez üzerine kurulmuş birkaç lokanta vardı.

Alanya’yı daha önce gezmiş olduğumdan ve orada yapılacak bir işim de olmadığı için, güneşin henüz batmakta olduğu akşamın ilk saatlerinde bu lokantalardan birisinin yazlık bölümüne girdim,  oturdum.  Gün batımını seyretmek, hatta sarıdan bakıra dönen renklerle gökyüzünde oluşan o muhteşem tablonun fotoğrafını çekmek isterdim ama bu mümkün değildi, zira kalenin doğu yamacındaydım ve güneş çoktan bu tarafı terk etmiş, tepenin diğer yanında Akdeniz’in ılık sularında akşam banyosunu alıyordu.   Lokantanın ilk müşterisiydim.  O kadar erken gitmiş olmalıyım ki, daha garsonlar bile yoktu ortalıkta.  Eh ne yapalım, biz de oturmuş yanımızdaki Reyan Hanımla  yarenlik ediyorduk işte!

-       Hoş geldiniz efendim!

Bu ses Reyhan Hanım’ın az önce beynimde çınlayan cıvıltılı sesi değildi. Kafamı çevirip baktım,   siyah pantolonlu, yaz günü olmasına rağmen,  uzun kollu beyaz bir gömlek giyinmiş ve de mor papyon takmış tıknaz bir garson, elinde sararmış bir sipariş bloknotu  ve  yarısı kırık bir kalemle başıma dikilmiş duruyor,  gözleri ile gülümseyerek benden cevap bekliyordu.

-       Hoş bulduk, dedim.  Ana yemek için   vakit erken, benim adetimdir, meyve ve rakı ile başlarım.  Mevsim meyvelerinden bir tabak,  bir de ufak getirir misin?.

Tertemiz olduğu besbelli olan beyaz masa örtüsünün  üzerine baş aşağı  olarak sıralanmış ayaklı bardaklardan birisini alıp düzgün şekilde oturttu,  yakınındaki buz dolabından çıkarttığı dışı terlemiş cam sürahiden  buz gibi bir su doldurdu ve “Hay hay efendim, meyvenizi ve rakınızı hemen getiriyorum , buz da istersiniz değil mi?” diyerek gözden kayboldu.  Yine kalmıştık Reyhan Hanımla baş başa!  Ama artık ne ben konuşuyordum ne de o cevap veriyordu,  zira  zorla başlattığım  muhabbetimiz garson tarafından katledilmişti bir kere!

Kıyıya bağlı teknelere ve onların önleri boyunca gezinti yapan insanlara bakarak vakit geçirmeye çalışıyordum.  Gezinti teknelerinin kıyıya bağlı olduğu her demir halkanın yanında küçük bir masa vardı.   Masaların  arkasındaki çığırtkanlar önlerinden gelip geçenlere tekne turunun rotasını anlatıyor, broşür veriyor ve ertesi gün için müşteri toplamaya çalışıyorlardı. Uzakta oldukları için ne konuştuklarını  duyamıyordum ama, daha fazla yolcu alabilmek amacı ile,   kalkışını  en az yarım saat geciktireceklerinden şüphem olmayan tekneleri için “bizim teknede rötar olmaz, yarın sabah tam 10:00’da hareket”  diyerek müstakbel yolcularına güvence vermekle meşguldüler, eminim.

Rakıdan aldığım ilk yudumun damarlarımda dolaşmaya başladığını hissettiğimde,  karşımdaki deniz manzarasının güzelliği, yüzümü serin serin okşamaya başlayan esinti  ve  Reyhan Hanım’ın ıtırlı kokusu  birlik olmuşlar, üzerimdeki yol yorgunluğunu alıp götürmüşlerdi. Ben “daha birkaç saat kimse gelmez buraya” diye düşünürken, koca lokantada başka bir yer yokmuş gibi, tam sağımdaki masaya tombul sayılabilecek, lacivert takımlı gençten birisi geldi oturdu.  Vakit öldürmem gerek ya, Reyhan Hanım da benimle artık konuşmuyor ya, göz ucu ile  incelemeye koyuldum yeni müşteriyi.

Ellili yaşlara henüz ulaşmamış gibiydi.   Uzunca kesilmiş düz, uzun kahverengi saçlarını savura savura sağa-sola dönüyor, mavi mi yeşil mi olduğu belli olmayan gözleri ile kendisi ile ilgilenecek bir garson arıyordu.  Mesleği ile ilgili tahmin yürütmeye çalıştım ve, beraberinde getirdiği deri evrak çantası nedeni ile, avukat olduğuna karar verdim.  Medeni cesaretim biraz daha fazla olsaydı, bu adamı masama davet edip onunla tanışır, sohbet edebilirdim. Nice sonra gelen garsona bira ve çerez ısmarladı.  “İyi ki de tanışıp masama davet filan etmemişim, rakı içen bir  adamın bu güzel manzaraya karşı oturup bira içen bir çaylak ile ne işi olabilir ki?  Müşterek hiçbir yanımız yoktur mutlaka!”  diye düşünerek paylaşmaktan vaz geçtiğim kendi yalnızlığıma çekildim.

Ondan tarafa bakmamaya gayret ediyordum ama bu  adamdaki görünmez  tuhaflık dönüp dönüp dikkatimi yine ona yöneltiyordu.  Garsonun getirdiği soğuk biradan uzun bir yudum aldıktan sonra gömleğinin yakasını gevşetti, bayrak kırmızısı kravatını koparırcasına çıkarttı ve katlamadan ceketinin sol cebine tıkıştırdı.   Kravatın kalın ucu yarım karış kadar cepten dışarıda kalmıştı ve  tıpkı dilini çıkartmış bir zenci gibi bana sırıtıyordu.  Ne yazık ki hoşuma giden bu görüntüyü uzunca seyretme şansım olmadı, zira ikinci yudumdan sonra adam ceketini çıkartıp yanındaki sandalyeye astı.  Üçüncü yudumundan sonra da uzun kollu beyaz gömleğinin kollarını sıvadı.  Alkol alkoldür kardeşim, birada  az miktarda olan alkol  bile adamın baharını başına böyle vurdurur işte!

Kıyıda dolaşan turistlere pamuk şekeri, balon, buzlu badem satarak geçimini temin etmeye çalışan insancıkları ve bu satıcıların peşinden ayrılmayan yerli malı çocukları seyretmeye dalmıştım ki sağdaki  masadan “yok yaaa, yeter yaaa!” diye bir ses geldi.  Önce başka birisi telefonla konuşuyor sandım.  Dönüp baktım, bizim tombul elindeki kalemi masaya vuruyor ve yüksek sesle kendi kendine söyleniyordu!  “Yeter lan yeter, bu son artık, oynamıyorum lan!”

“Eh, normal, beni de bir akıllı bulmaz ki zaten!” diye içimden geçirirken, kendisine baktığımı fark etmiş  olacak ki, bana döndü ve:

-       Haksız mıyım Allaanı seversen abi ya?   Bu naleti kaç yıldır oynarım, yahu altıdan vaz geçtik bir defa beş biliyim bari be, yok, yok, yok!  Bir kere dört bildim, sekiz on kerede de üç…. hepsi o kadar.    Buna yatırdığım parayı biriktirsem, Allaama kör bakiim, şimdiye sıfır araba almıştım!  Oynamıycam artık.  Bitti!  Bi daha şu kuponları elime alırsam elim kırılsın!  Yetti be!

Dikkat ettim, önünde bir tomar şans oyunları kuponu duruyordu.  Ne zaman çıkartmış masaya koymuş?, Ne zaman çekiliş sonuçlarına bakmış?  Hiç fark edemedim.  Alkolün artırdığı medeni cesaretimle:

-       İstersen gel beraber oturalım, hem yalnızlıklarımızı da paylaşırız, dedim.

Sanki bu daveti bekliyormuş gibi tereddüt etmeden ayağa fırladı, önündeki yarısı boşalmış bira bardağını ve çerez kasesini kaptı, geldi yanıma oturdu.

-       Abi ciddi söylüyorum, çok param gitti bunlara yaaa.  Bu akşam tööbe ettim, sen de şahitsin, işte  Allah da şahit, oynamıycam artık!

Şans oyunları beni fazla açmadığından,  konuyu değiştirebilmek amacıyla çeşitli sorular sordum kendisine.  Yanılmışım, avukat değil serbest muhasebeci-mali müşavirmiş.  Her akşam iş dönüşü buradaki lokantaların birisinde mola verip bir iki kadeh atarmış.
 
-       Abi hayat başka türlü çekilmiyor be, dedi ve işinden, eşinden dert yanmaya başladı.
-       Mükelleflere laf anlatamıyorsun.  Ay sonunda vergiler, sigortalar yatacak, “sen yatır Muharrem Bey, biz sana sonra öderiz”.  Ulan daha aylık ücretimi tahsil edemiyorum sizden, bir de verginizi ben mi yatıracağım be?  Hayır, bir iki kişi olsa neyse ama hemen hemen hepsi böyle…  Evdekine gelince, o da ayrı bir alem.

Gençlik yıllarında, turist gezdiren bu teknelerde yazları çalışıp okul harçlığı biriktirirmiş.  Teknelerde çalışan Salih adında bir de Diyarbakırlı arkadaşı varmış.  Bu Salih allem etmiş, kallem etmiş İsveçli bir turist kız tavlamış.  Birkaç kelimeden fazla  yabancı lisan bilmediğinden,  ülkesine dönen kızla ondan bundan yardım alarak  yazışmayı sürdürmüş.  Ertesi yaz kız yine Alanya’ya gelmiş ve Salih’le nikahlanmışlar.  Kız yine ülkesine tek dönmüş ama birkaç ay içerisinde vize işlemlerini hallettirip kocası Salih’i yanına aldırmış.

-       Şimdi iki çocukları var ve mutlular, dedi Muharrem,  hem paraya pula kavuştu hem de o kavruk, gudubet Salih yakışıklı bir adama dönüştü İsveçte, üstüne üstlük  bülbül gibi de İsveççe konuşuyor, iyi mi? 
Ahhh, ah, kimseyi takmayıp o oğlanın lafını dinlemeliydim…ahhh!

Salih’in gidişinin ardından Muharrem de bir Alman turist kız bulmuş, sevgili olmuşlar.  “Altın saçlı, mavi gözlü ilahe” olarak tanımladığı bu kız çok istemiş, çok beklemiş ama bizimki ona bir türlü evlenme teklif edememiş.  Ana, baba, amca, dayı, komşular ne derler sonra?  “Gavur kızından  kat’iyen gelin” olmaz demişler ve tutmuşlar  onu  annesinin köyünden bir kızcağızla baş-göz etmişler.  Evlendiği kız iyi huylu birisiymiş ama sadece karı-koca imişler, o kadar.   İnanç farkı,  bilgi farkı, zevk farkı, görüş farkı gibi nedenlerle gerçekten yakın olamamışlar birbirlerine bir türlü.

-       Ne vardı şimdi şu manzarayı sevdiğim kadınla beraber seyredebilseydim?  Ne vardı şu zıkkımı paylaşıp da şimdi onunla beraber içiyor olsaydık?
-       Getir sen de karını buraya be  Muharrem, alışsın kızcağız.
-       Gelmez abi gelmez, insan içine çıkmaya çekinir, üstelik zinhar ağzına içki de değdirmez, günah ya!  Seyahate çıkalım?  Çıkmaz!  Denize girelim? Girmez!
Ben evde bir bira bile içemiyorum.  Eve içki soksam mutlaka boşanır benden.  Aslında boşanıp boşanmaması umurumda da değil ya, bakma, elini öper bir kız bir oğlan çocuğumuz var, ana-baba ayrı büyümesinler diye…

Ne demiş şair Ali efendi?

“Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır
Bir dokun bir ah işit kase-i-fağfurdan”.

Laflarken,  o ikinci birasını bitirmiş ben de ikinci kadehin dibini görmüştüm.  Sohbet her ikimizi de doyurmuş olmalıydı ki,  ne o ne de ben sıcak yemek ısmarlamadık. 
İyice karanlık basmış, sahildeki rengarenk lambaların tümü yanmıştı artık.  Benim gözüm Muharremde,  onunki ise bir aşağı bir yukarı ağır ağır dans eden teknelerdeydi. Bilmem kaç yüzüncü, belki de kaç bininci defa,  “altın saçlı mavi gözlü ilahe”si  Muharrem’i alıp uzaklara götürmüştü yine, besbelli.  Daldığı hülyadan uyanmaya hiç niyeti olmadığını anlayınca dayanamadım:

-       Kalkalım mı?  dedim.  Benim yarın daha epey yolum var da…

Uykudan uyandırılan bir çocuğun mahmurluğu ile baktı yüzüme bir an,  ama  sonra aniden canlanıverdi ve telaşla:

-       Abi bi dakka,  şu masadaki kalemi alayım, kalkmadan bana 1’den 49’a kadar altı tane rakam yazdırsana…


Adil Karcı – 11 Eylül 2014



















ZİNCİRLEME SADAKA KAZASI



ZİNCİRLEME SADAKA KAZASI


Şimdi anlatacaklarımın gerçek olduğuna inanmanız çok güç, biliyorum ve inanmanızı da beklemiyorum.  Ama “olmaz” demeyin zira “olmaz” diye bir şey yoktur hayatta.

Bir insanın yaşamında birçok arkadaşı olabilir ama aralarında mutlaka bir tanesi vardır ki “Yanlış anlar mı acaba?” diye hiç düşünmeden onunla her konuyu konuşabilirsiniz, her türlü şakayı yapabilirsiniz ve de onunla konuşurken cümlelerinizi sansürleme ihtiyacı duymazsınız.  İşte elli yılı aşkın süredir arkadaşım olan Erdoğan da benim için böyle bir arkadaştır.  Tabii evlendikten sonra eşlerimiz de tanışıp birbirleri ile samimi arkadaş oldular ve Erdoğan’la benim çizgi dışına taşan konuşma tarzımıza da zamanla alıştılar.

Altı ay kadar önceydi.  Geçirdiğim diz ameliyatı sonrası, bir gün  ayağımı uzatmış, kahvemi yudumlayıp gazetelere bakarak zaman geçiriyordum ki  telefon çaldı, açtım; kadim dostum Erdoğan’dı:

-       Ne o ya?  dedi,  Yürüyüş takımlarını tamir ettirmişsin?  Haberimiz olmadı…
-       Haklısın, sen duyasın diye gazetelere ilan vermem gerekiyordu, veremedim.       Affedersin!
-       Dalga geçmeyi bırak, hakkaten nerden çıktı şimdi bu ameliyat ayağı?
-       Hiçbir yerden çıkmadı, ben canım sıkıldıkça gider diz ameliyatı olurum ya, bu da onlardan bir tanesi işte. 
-       Tamam be tamam.  Evdeysen hanımla bir çay içimi uğrarız akşama.
-       Çay ikram edeceğimizi kim söyledi sana be?  Misafir umduğunu değil bulduğunu içermiş!  Ne ikram edeceğimize sen mi karar vereceksin?
-       Valla o karar sana kaldıysa sirke içeceğiz demektir!

“Hastaya eli  boş gidilmez” demiş eşi.  Erdoğandır bu, bize gelirlerken bir markette durmuş, büyük bir şişe rakıyı hediye paketi yaptırmış.   Önce normal bir hediye paketlendiğini sanarak arabada bekleyen eşi Erdoğanın elindeki pakette içki olduğunu anlayınca;
-       Yahu Erdoğan sen deli misin?  Hastaya alkollu içki götürülür mü hiç?
-       Sen karışma hanım.  Bu adam mide, kalp vs. ameliyatı olmadı, diz ameliyatı oldu.  Eminim hastanede bile serum  yerine rakı istemiştir.
-       Valla bey, her ikiniz de tuhafsınız, kusura bakmayın yani!

Biraz hoşbeşten sonra, “Eee”, dedi Erdoğan, “Adettir oolum, misafirin getirdiği hediye  açılır, birazı da getirene ikram edilir.  Hediyeni açmayacak mısın?” 
“Yoğurt mu dedin?” diye cevapladım.  “Bu kaliteli içkiyi senin gibi kalitesiz bir mahluka ikram edeceğimi mi sanıyorsun?  Avucunu yala sen!”  
Biraz sonra ikram edilen kahveyi Erdoğan memnuniyetsiz bir tavırla içerken:

-       Hadi Erdoğancığım, hadi, burada bayatladın artık, yallah, bir an  önce  git de şu aslan sütünün tadına bakayım artık, dedim.
-       Lan “gözüne-dizine dursun” diyecem ama, sağlam dizin de yok ki! dedi.
-       Al be başına çal rakını! diye bağırdım, yalancı bir hiddetle.
-       Yok artık, getirdik bi defa, bi de geri götürüp hamallığını mı yapacam? Sende kalsın,  başımın-gözümün sadakası olsun!

“Gün gelir bu lafı sana yedirmez miyim?” diye içimden geçirerek Erdoğan’ı yolcu ettim.  Birkaç ay kadar sonra, yazıhanede işlere dalmışken, yine elli yıldır tanıdığım, ama artık Adana’dan Mersin’e taşınmış olan müşterek bir arkadaşımız aradı, “Duydun mu? dedi.  Erdoğan mide ameliyatı olmuş.”
“Yoo, dedim, ne zaman?”   “Valla bir hafta kadar önce olmuş, ben de dün duydum ama ziyaretine ancak hafta sonu gidebilirim.  Bugün telefon açtım kendisine, iyiyim filan dedi ama sen git gör istersen, sesini pek beğenmedim”.   Hemen sarıldım telefona, uzun uzun çaldıktan sonra Erdoğan’ın kendisi açtı telefonu ama hiç de sağlıklı olmayan titrek bir sesle:

-       Alooo?
-       Erdoğan?  Sen misin?  Tabii ki sesimden tanımıştı beni ve malum tarzda cevapladı:
-       Yok ben Erdoğan’ın klonlanmış ikiziyim!  Lan şurda ölüyoruz, aramak adamın aklına bir hafta sonra geliyor.  Hadi beee…
-       N’apalım oğlum, ameliyat ilanını yerel gazete yerine ulusal bir gazeteye verseydin duyardık.  Üstelik o vefasız televizyoncular da senin gibi meşhur bir sanatçının ameliyatını haber yapmamışlar.  Ayhan’dan duydum bu gün.

Çok da önemli olmayan elimdeki işi hemen bırakıp bu defa bizim evin numarasını tuşladım:

-       Hanım,  dedim, Erdoğan mide ameliyatı olmuş, müsaitsen hazırlan, yarım saat kadar sonra seni alayım, ziyaretine gidelim.”
-       Hastaneden çıkmış mı?
-       İki gün olmuş eve geleli.
-       “Elimiz boş mu gideceğiz peki?  Gelirken bir şey al bari. 
-       En kralından ithal bir içki paketlettiririm ona.
-       Deli misin ya?  Adam mide ameliyatı olmuş!  Saçmalama allahını seversen!
-       Ya ne alacaktım?  Parfüm mü?  Ruj mu, rimel mi? Manikür-pedikür seti mi?  Ne?
-       Bak, yolunun üzerindeki mağazaların birisinden güzel bir nevresim takımı al mesela. 

Eve dönerken rastladığım ilk tuhafiye mağazasında “Oğlum”, dedim genç tezgahtara, “en kalitelilerinden  birkaç tane nevresim takımı göstersene bana”.  Çocuk  elindeki malları açıp bana beğendirmeye çalışırken telefonum çaldı, eşim:

-       Neredesin?
-       Nevresimcide.  
-       Bak, kaliteli bir bornoz-havlu takımı da olur, ama nevresim alacaksan şöyle açık kahve-krem renklerini tercih et ve de desenler modern olsun.  Öyle çiçekli miçekli bir şey alma.
-       Başka emrin?
-       Yok!   dedi demesine ama telefonun tekrar cırlaması çok uzun sürmedi.
-       Bak, ambalajını da çok güzel yapsınlar ha!
-       Yahu bilseydim önce seni alırdım evden, ne alacaksak beraber alırdık!  Tamam, ambalajı da güzel olacak merak etme.

Müşterisini memnun etmek isteyen genç tezgahtar, ambalaj konusunda her kaprisime boyun eğiyor, nasıl istersem o şekilde yapmaya çalışıyordu.  Paket tam kapanmadan aklıma geldi:

-       Bi dakka yaa, içine bir not koymam lazım.  Parşömen gibi bir şey var mı?
-       Yok ama… abi bi dakka, diyen çocuk fırladı dışarı, bitişikteki kırtasiyeciden krem renkli bir zarf ve üzerinde hiç yazı olmayan aynı renkten bir tebrik kartı getirdi.
-       Bunlar olur mu abi?
-       Olur, hem de daha iyi olur, sağol!

İri iri harflerle ve özen göstererek karta  “Aslında değmezsin ama, başımın gözümün sadakası olsun!” yazıp zarfa yerleştirdim.  Çocuk zarfı aldı, şeffaf bir bant ile onu nevresimin fabrikasyon poşetine yapıştırdı sonra da dış ambalajı kapattı.  Zaten yeteri kadar süslü püslü olan ambalaj kağıdının üzerine bir de gül, papatya vs. şekilleri yapıştırılıp  rengarenk rafya şeritleri ile de birkaç fiyonk yapılınca bir sanat eseri çıktı ortaya.  Yani çölde susuz kalmış olan birisine “bunun içinde soğuk su var” deyip o paketi verseler, eminim ambalajının güzelliği bozulmasın diye  paketi açıp da o suyu içmez!  O kadar yani…

Neyse, görebilmesi mümkün olmadığından dolayı paketin içerisindeki nevresim için bana not veremeyen eşim, ambalaja bakıp “Güzel olmuş!” dedi ama “Biraz abartmamış mısın?” diye de bir şerh koymayı da ihmal etmedi. Boşver, hediye alma konusunda özürlü olan bendeniz,  “dörtbuçuktan beş” ile de olsa, sınıfı geçmiştim ya, ona bak!

Yatağında oturuyor halde olan arkadaşımı tahmin ettiğimden daha iyi durumda buldum.  Hediyesini yanına bıraktım ve  “acaba şimdi açar mı?” diye bekledim ama sadece teşekkürle yetindi.  Bana getirdiği hediye paketini daha önce ben açmamış olduğum için şimdi bunu ondan istemeye hakkım yoktu tabii ki.  Fazla oturmadık kalktık.

Paketi açıp notumu okuduğundaki halini merak ederek bir hafta bekledim; ses seda yok!  Ne yapıp edip o paketi açtırmalıydım ona.  Dayanamadım telefon ettim.  Bu defaki sesi çok daha sağlıklıyd Erdoğan’ın ve neş’esi yerindeydi.  Biraz hoş-beşten sonra, hediyesini açıp açmadığını sordum.  Biraz önce çın çın öten sesi aniden pes perdeye indi:

-       Valla ciğerim sana bi şey söyliycem ama lütfen bozulma.
 
          Yazdığım kart için beni haşlayacağını sanarak:
-       Canın sağ olsun, söyle de rahatla hadi, dedim.
-       Yaa geçen Pazar günü bizim oğlanın nişanlısının annesine ani bir ziyaret yapması gerekmiş yengenin.  Bilirsin, bizimkiler hiçbir yere eli boş gitmez.  Senin hediyeyi ucundan açıp bakmış ki nevresim takımı. Açtığı köşeyi tekrar yapıştırmış.  “Pazar günü nereden hediye bulup da alacağım, hem ambalajı da muhteşem, bunu götürsem olur mu? diye sordu bana.  Ben de tamam deyip başımdan savdım.  Yoksa git Pazar günü çarşı-pazar dolaş, açık dükkan ara…Kısacası kabak benim başıma patlayacaktı.  Kızmadın inşallah!
-       Eyvaaahhh! diye bağırdım gayri ihtiyari.
-       Ne oldu yaa?  Hayır bozulduysan tamam da, “eyvah” niye?
-       Aman nedenini sorma.  Peki o kaynana ile aranız nasıl şu an?
-       Gayet iyi, niye ki? Kötü mü olmalıydı?

Utanç, kızgınlık, pişmanlık karışımı bir ifade ile olayı hikaye ettim kendisine.  Bu defa “Eyvaaahhhhh” deme sırası ona gelmişti.  Nasıl demesin?  Kadın o notu okuduğu an nişan yüzüğünü kaldırıp başlarına atar!  Neticede birbirini seven kızın da oğlanın da mutluluğunun sonu olur bu!

-       Nasıl etsek de bu işi temizlesek?  diye hayıflandı Erdoğan.
-       Valla en iyisi yenge gidip olayı anlatsın.  Yoksa kadının o paketi açtığı an bomba patlar.  İyisi mi, paket açılmadan gerçeği söylemek.
-       Yahu nasıl “Başkasından gelen hediyeyi sana getirmiştim” diyebilir ki?
-       Bak, sen şimdi git başka bir hediye al, benzer şekilde ambalaj yaptır, yenge de “hediyeler karışmış, Erdoğan’a arkadaşından gelen paketi yanlışlıkla size getirmişim” desin, onu verip diğerini geri alsın.

Daha lafım bitmeden telefon kapanıverdi.  Az sonra bir daha aradım.
-       Ne oldu, telefonu niye kapattın?
-       Ne olacak, arabadayım, senin aklına uydum, başka bir hediye almaya gidiyorum.  Kaybedecek zaman mı kaldı ki?

O günün akşamı Erdoğan’dan bir telefon:

-       (Mezardan çıkan bir sesle) alooooo!
-       Ne oldu, olayı çözdünüz mü?
-       Ne çözmesi be?  Daha beter battık!  Niye koydun ki o notu o paketin içine?
-       Niye olacak, sen bana getirdiğin rakı için “Başımın-gözümün sadakası olsun”
dememiş miydin?
-       Kes be!  Dediysek senin de karşılık olarak bir şey yapman şart mıydı?
-       Yahu bırakalım şimdi didişmeyi.  Ne oldu, sen onu anlat.
-       Ne olacak, bizim dünürün iş arayan bir oğlu vardı.  Üst katlarında
benim de uzaktan tanıdığım, Melih bey ve Nermin hanım oturuyorlar.  Adam İskenderun’da bir fabrikada müdür.  Bu oğlanın işe girmesine yardımcı olmuş.
-       Eee de, ne alaka?
-       Dur be anlatıyoruz işte. Bizim dünür de kalkmış, teşekkür amaçlı ziyaretinde bizim ona verdiğimiz senin paketi açmadan Nermin hanıma hediye olarak vermiş.  Bir şey değil, bizim oğlan nişanlısından, o çocuk da işinden olacak!
-       Erdoğan? Dalga geçmiyorsun değil mi?
-       Yemin ederim olay aynen gerçek!
-       Ulan daraldım be!  Ne olacaksa olsun birisi açsın şu paketi artık! Valla bu paket biraz daha elden ele dolaşmaya devam ederse uluslar arası bir savaşa neden olacak!
Her an bir olayın patlak verdiği haberini duyma vesvesesi ile beklemekten başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı artık.  Sessizlik bazen bombadan daha fazla ses çıkartır, biliyor musunuz?  Beynimizde patalayan sessiz sedasız bombalarla bekledik, bekledik; hiçbir haber yok.  Tam aksine, eli o pakete değmiş olan herkes eskisinden daha içli-dışlı, daha samimi olmuştu birbirleri ile!

Kurban bayramı arifesinde yapılan geniş kapsamlı ev temizliği  sırasında, ayak altında dolaşıyor olmamak için, yazıhaneden eve dönüşümü biraz geciktirdiysem de geldiğimde yardımcı kadının ayakkabıları hala kapı önünde duruyordu.  Zili çalmayıp kapıyı anahtarla açtım ki kimse yaptığı işe ara vermek zorunda kalmasın.  Eşim kızmış bağırıyordu:
-       Bu resmen terbiyesizlik.  Hiç ummazdım!

Yaklaşık elli yıllık evliliğimizde eşimin hiçbir yardımcı kadına bağırdığını, hatta onunla yüksek sesle konuştuğunu duymamıştım.  Çok şaşırdım.  Yanlarına doğru yürüdüm.

-       Hayırdır yaa,  ne oldu, niye bağırıyorsun?
-       Hani şu Yardıma Muhtaç Kadınlar Derneği’nin düzenlediği Yardımlaşma Gecesi için onların yüz adet davetiyelerini ben satmıştım ya?
-       Eee, bir yolsuzluk mu var, ne var?
-       Yok öyle bir şey. Aksine, davetiyelerin en çoğunu ben satmayı başardığım için dernek başkanı teşekküre uğradı, bana şahsi bir hediye bıraktı.
-       İyi ya daha ne olsun, bunun için mi bağırıp çağırıyorsun?
-       Onun için değil, bunun için!  dedi ve bana kartpostal ebadında krem renkli bir karton uzattı.
-       Ben iyilikten başka ne yaptım ki böyle bir hakarete maruz kalıyorum?  Ben bunun hesabını sormaz mıyım?…. diye  o tekrar alevlenirken elimdeki kartonu okudum:

“Aslında değmezsin ama, başımın gözümün sadakası olsun!”

Bir yandan kahkahalarla gülüyordum, bir yandan gözerimden yaşlar akıyordu!  Benim ambalajlattığım hediye paketi hiç açılmadan bana dönmüştü!   Sevinçten nefes alamaz olmuştum.  Şaşkın şaşkın bakan eşim delirmiş olduğuma karar vermiş olmalıydı ki, korkusundan büyük kızıma telefon açtı, halimi anlatmaya başladı.  Kahkahalarıma ara verip “Dur kimseyi arama.”  bile diyemiyordum.  Nice sonra nefessiz kaldım ve gülme krizim böylece sona erdi. Elindeki telefonu çoktan bırakmış olan eşim korka korka:

-       Ne oldu sana ya?  Nedir seni bu kadar güldüren?
-       Bu dernek başkanının adı Nermin miydi?
-       Evet.
-       Sana gelen takım sütlü kahve rengi, ekose bir nevresim takımı mı?
-       Evet de, nereden biliyorsun sen bütün bunları?
-       Ben müneccimim, bilmiyor muydun!

Tabii daha sonra olayı tüm detayları ile anlattım kendisine.  Ben sakin sakin anlatıyordum ama bu sefer de o gülmekten dinleyemiyordu.   Neyse, onu kahkaha krizi ile baş başa bırakıp telefona sarıldım,  Erdoğan’ı aradım ve bir nefeste bu son olayı ona aktardım.  Önce upuzun bir “ohhhhhh…” çekti, sonra:

-       Kardeş be, dedi, dile benden ne dilersen!  Sana bu akşam koca bir Tekirdağ getiriyorum, hem de mezeleri ile beraber.  Bu seferki sadaka-madaka da değil haa!  Ananın ak sütü gibi helal!

Diyeceğim o ki dostlar, size bir hediye gelirse, aman aman paketini açmadan başkasına hediye  etmeye kalkışmayın.  Bizim kadar şanslı olamayabilirsiniz!

Adil Karcı – 06 Ekim 2014