ZİNCİRLEME SADAKA KAZASI



ZİNCİRLEME SADAKA KAZASI


Şimdi anlatacaklarımın gerçek olduğuna inanmanız çok güç, biliyorum ve inanmanızı da beklemiyorum.  Ama “olmaz” demeyin zira “olmaz” diye bir şey yoktur hayatta.

Bir insanın yaşamında birçok arkadaşı olabilir ama aralarında mutlaka bir tanesi vardır ki “Yanlış anlar mı acaba?” diye hiç düşünmeden onunla her konuyu konuşabilirsiniz, her türlü şakayı yapabilirsiniz ve de onunla konuşurken cümlelerinizi sansürleme ihtiyacı duymazsınız.  İşte elli yılı aşkın süredir arkadaşım olan Erdoğan da benim için böyle bir arkadaştır.  Tabii evlendikten sonra eşlerimiz de tanışıp birbirleri ile samimi arkadaş oldular ve Erdoğan’la benim çizgi dışına taşan konuşma tarzımıza da zamanla alıştılar.

Altı ay kadar önceydi.  Geçirdiğim diz ameliyatı sonrası, bir gün  ayağımı uzatmış, kahvemi yudumlayıp gazetelere bakarak zaman geçiriyordum ki  telefon çaldı, açtım; kadim dostum Erdoğan’dı:

-       Ne o ya?  dedi,  Yürüyüş takımlarını tamir ettirmişsin?  Haberimiz olmadı…
-       Haklısın, sen duyasın diye gazetelere ilan vermem gerekiyordu, veremedim.       Affedersin!
-       Dalga geçmeyi bırak, hakkaten nerden çıktı şimdi bu ameliyat ayağı?
-       Hiçbir yerden çıkmadı, ben canım sıkıldıkça gider diz ameliyatı olurum ya, bu da onlardan bir tanesi işte. 
-       Tamam be tamam.  Evdeysen hanımla bir çay içimi uğrarız akşama.
-       Çay ikram edeceğimizi kim söyledi sana be?  Misafir umduğunu değil bulduğunu içermiş!  Ne ikram edeceğimize sen mi karar vereceksin?
-       Valla o karar sana kaldıysa sirke içeceğiz demektir!

“Hastaya eli  boş gidilmez” demiş eşi.  Erdoğandır bu, bize gelirlerken bir markette durmuş, büyük bir şişe rakıyı hediye paketi yaptırmış.   Önce normal bir hediye paketlendiğini sanarak arabada bekleyen eşi Erdoğanın elindeki pakette içki olduğunu anlayınca;
-       Yahu Erdoğan sen deli misin?  Hastaya alkollu içki götürülür mü hiç?
-       Sen karışma hanım.  Bu adam mide, kalp vs. ameliyatı olmadı, diz ameliyatı oldu.  Eminim hastanede bile serum  yerine rakı istemiştir.
-       Valla bey, her ikiniz de tuhafsınız, kusura bakmayın yani!

Biraz hoşbeşten sonra, “Eee”, dedi Erdoğan, “Adettir oolum, misafirin getirdiği hediye  açılır, birazı da getirene ikram edilir.  Hediyeni açmayacak mısın?” 
“Yoğurt mu dedin?” diye cevapladım.  “Bu kaliteli içkiyi senin gibi kalitesiz bir mahluka ikram edeceğimi mi sanıyorsun?  Avucunu yala sen!”  
Biraz sonra ikram edilen kahveyi Erdoğan memnuniyetsiz bir tavırla içerken:

-       Hadi Erdoğancığım, hadi, burada bayatladın artık, yallah, bir an  önce  git de şu aslan sütünün tadına bakayım artık, dedim.
-       Lan “gözüne-dizine dursun” diyecem ama, sağlam dizin de yok ki! dedi.
-       Al be başına çal rakını! diye bağırdım, yalancı bir hiddetle.
-       Yok artık, getirdik bi defa, bi de geri götürüp hamallığını mı yapacam? Sende kalsın,  başımın-gözümün sadakası olsun!

“Gün gelir bu lafı sana yedirmez miyim?” diye içimden geçirerek Erdoğan’ı yolcu ettim.  Birkaç ay kadar sonra, yazıhanede işlere dalmışken, yine elli yıldır tanıdığım, ama artık Adana’dan Mersin’e taşınmış olan müşterek bir arkadaşımız aradı, “Duydun mu? dedi.  Erdoğan mide ameliyatı olmuş.”
“Yoo, dedim, ne zaman?”   “Valla bir hafta kadar önce olmuş, ben de dün duydum ama ziyaretine ancak hafta sonu gidebilirim.  Bugün telefon açtım kendisine, iyiyim filan dedi ama sen git gör istersen, sesini pek beğenmedim”.   Hemen sarıldım telefona, uzun uzun çaldıktan sonra Erdoğan’ın kendisi açtı telefonu ama hiç de sağlıklı olmayan titrek bir sesle:

-       Alooo?
-       Erdoğan?  Sen misin?  Tabii ki sesimden tanımıştı beni ve malum tarzda cevapladı:
-       Yok ben Erdoğan’ın klonlanmış ikiziyim!  Lan şurda ölüyoruz, aramak adamın aklına bir hafta sonra geliyor.  Hadi beee…
-       N’apalım oğlum, ameliyat ilanını yerel gazete yerine ulusal bir gazeteye verseydin duyardık.  Üstelik o vefasız televizyoncular da senin gibi meşhur bir sanatçının ameliyatını haber yapmamışlar.  Ayhan’dan duydum bu gün.

Çok da önemli olmayan elimdeki işi hemen bırakıp bu defa bizim evin numarasını tuşladım:

-       Hanım,  dedim, Erdoğan mide ameliyatı olmuş, müsaitsen hazırlan, yarım saat kadar sonra seni alayım, ziyaretine gidelim.”
-       Hastaneden çıkmış mı?
-       İki gün olmuş eve geleli.
-       “Elimiz boş mu gideceğiz peki?  Gelirken bir şey al bari. 
-       En kralından ithal bir içki paketlettiririm ona.
-       Deli misin ya?  Adam mide ameliyatı olmuş!  Saçmalama allahını seversen!
-       Ya ne alacaktım?  Parfüm mü?  Ruj mu, rimel mi? Manikür-pedikür seti mi?  Ne?
-       Bak, yolunun üzerindeki mağazaların birisinden güzel bir nevresim takımı al mesela. 

Eve dönerken rastladığım ilk tuhafiye mağazasında “Oğlum”, dedim genç tezgahtara, “en kalitelilerinden  birkaç tane nevresim takımı göstersene bana”.  Çocuk  elindeki malları açıp bana beğendirmeye çalışırken telefonum çaldı, eşim:

-       Neredesin?
-       Nevresimcide.  
-       Bak, kaliteli bir bornoz-havlu takımı da olur, ama nevresim alacaksan şöyle açık kahve-krem renklerini tercih et ve de desenler modern olsun.  Öyle çiçekli miçekli bir şey alma.
-       Başka emrin?
-       Yok!   dedi demesine ama telefonun tekrar cırlaması çok uzun sürmedi.
-       Bak, ambalajını da çok güzel yapsınlar ha!
-       Yahu bilseydim önce seni alırdım evden, ne alacaksak beraber alırdık!  Tamam, ambalajı da güzel olacak merak etme.

Müşterisini memnun etmek isteyen genç tezgahtar, ambalaj konusunda her kaprisime boyun eğiyor, nasıl istersem o şekilde yapmaya çalışıyordu.  Paket tam kapanmadan aklıma geldi:

-       Bi dakka yaa, içine bir not koymam lazım.  Parşömen gibi bir şey var mı?
-       Yok ama… abi bi dakka, diyen çocuk fırladı dışarı, bitişikteki kırtasiyeciden krem renkli bir zarf ve üzerinde hiç yazı olmayan aynı renkten bir tebrik kartı getirdi.
-       Bunlar olur mu abi?
-       Olur, hem de daha iyi olur, sağol!

İri iri harflerle ve özen göstererek karta  “Aslında değmezsin ama, başımın gözümün sadakası olsun!” yazıp zarfa yerleştirdim.  Çocuk zarfı aldı, şeffaf bir bant ile onu nevresimin fabrikasyon poşetine yapıştırdı sonra da dış ambalajı kapattı.  Zaten yeteri kadar süslü püslü olan ambalaj kağıdının üzerine bir de gül, papatya vs. şekilleri yapıştırılıp  rengarenk rafya şeritleri ile de birkaç fiyonk yapılınca bir sanat eseri çıktı ortaya.  Yani çölde susuz kalmış olan birisine “bunun içinde soğuk su var” deyip o paketi verseler, eminim ambalajının güzelliği bozulmasın diye  paketi açıp da o suyu içmez!  O kadar yani…

Neyse, görebilmesi mümkün olmadığından dolayı paketin içerisindeki nevresim için bana not veremeyen eşim, ambalaja bakıp “Güzel olmuş!” dedi ama “Biraz abartmamış mısın?” diye de bir şerh koymayı da ihmal etmedi. Boşver, hediye alma konusunda özürlü olan bendeniz,  “dörtbuçuktan beş” ile de olsa, sınıfı geçmiştim ya, ona bak!

Yatağında oturuyor halde olan arkadaşımı tahmin ettiğimden daha iyi durumda buldum.  Hediyesini yanına bıraktım ve  “acaba şimdi açar mı?” diye bekledim ama sadece teşekkürle yetindi.  Bana getirdiği hediye paketini daha önce ben açmamış olduğum için şimdi bunu ondan istemeye hakkım yoktu tabii ki.  Fazla oturmadık kalktık.

Paketi açıp notumu okuduğundaki halini merak ederek bir hafta bekledim; ses seda yok!  Ne yapıp edip o paketi açtırmalıydım ona.  Dayanamadım telefon ettim.  Bu defaki sesi çok daha sağlıklıyd Erdoğan’ın ve neş’esi yerindeydi.  Biraz hoş-beşten sonra, hediyesini açıp açmadığını sordum.  Biraz önce çın çın öten sesi aniden pes perdeye indi:

-       Valla ciğerim sana bi şey söyliycem ama lütfen bozulma.
 
          Yazdığım kart için beni haşlayacağını sanarak:
-       Canın sağ olsun, söyle de rahatla hadi, dedim.
-       Yaa geçen Pazar günü bizim oğlanın nişanlısının annesine ani bir ziyaret yapması gerekmiş yengenin.  Bilirsin, bizimkiler hiçbir yere eli boş gitmez.  Senin hediyeyi ucundan açıp bakmış ki nevresim takımı. Açtığı köşeyi tekrar yapıştırmış.  “Pazar günü nereden hediye bulup da alacağım, hem ambalajı da muhteşem, bunu götürsem olur mu? diye sordu bana.  Ben de tamam deyip başımdan savdım.  Yoksa git Pazar günü çarşı-pazar dolaş, açık dükkan ara…Kısacası kabak benim başıma patlayacaktı.  Kızmadın inşallah!
-       Eyvaaahhh! diye bağırdım gayri ihtiyari.
-       Ne oldu yaa?  Hayır bozulduysan tamam da, “eyvah” niye?
-       Aman nedenini sorma.  Peki o kaynana ile aranız nasıl şu an?
-       Gayet iyi, niye ki? Kötü mü olmalıydı?

Utanç, kızgınlık, pişmanlık karışımı bir ifade ile olayı hikaye ettim kendisine.  Bu defa “Eyvaaahhhhh” deme sırası ona gelmişti.  Nasıl demesin?  Kadın o notu okuduğu an nişan yüzüğünü kaldırıp başlarına atar!  Neticede birbirini seven kızın da oğlanın da mutluluğunun sonu olur bu!

-       Nasıl etsek de bu işi temizlesek?  diye hayıflandı Erdoğan.
-       Valla en iyisi yenge gidip olayı anlatsın.  Yoksa kadının o paketi açtığı an bomba patlar.  İyisi mi, paket açılmadan gerçeği söylemek.
-       Yahu nasıl “Başkasından gelen hediyeyi sana getirmiştim” diyebilir ki?
-       Bak, sen şimdi git başka bir hediye al, benzer şekilde ambalaj yaptır, yenge de “hediyeler karışmış, Erdoğan’a arkadaşından gelen paketi yanlışlıkla size getirmişim” desin, onu verip diğerini geri alsın.

Daha lafım bitmeden telefon kapanıverdi.  Az sonra bir daha aradım.
-       Ne oldu, telefonu niye kapattın?
-       Ne olacak, arabadayım, senin aklına uydum, başka bir hediye almaya gidiyorum.  Kaybedecek zaman mı kaldı ki?

O günün akşamı Erdoğan’dan bir telefon:

-       (Mezardan çıkan bir sesle) alooooo!
-       Ne oldu, olayı çözdünüz mü?
-       Ne çözmesi be?  Daha beter battık!  Niye koydun ki o notu o paketin içine?
-       Niye olacak, sen bana getirdiğin rakı için “Başımın-gözümün sadakası olsun”
dememiş miydin?
-       Kes be!  Dediysek senin de karşılık olarak bir şey yapman şart mıydı?
-       Yahu bırakalım şimdi didişmeyi.  Ne oldu, sen onu anlat.
-       Ne olacak, bizim dünürün iş arayan bir oğlu vardı.  Üst katlarında
benim de uzaktan tanıdığım, Melih bey ve Nermin hanım oturuyorlar.  Adam İskenderun’da bir fabrikada müdür.  Bu oğlanın işe girmesine yardımcı olmuş.
-       Eee de, ne alaka?
-       Dur be anlatıyoruz işte. Bizim dünür de kalkmış, teşekkür amaçlı ziyaretinde bizim ona verdiğimiz senin paketi açmadan Nermin hanıma hediye olarak vermiş.  Bir şey değil, bizim oğlan nişanlısından, o çocuk da işinden olacak!
-       Erdoğan? Dalga geçmiyorsun değil mi?
-       Yemin ederim olay aynen gerçek!
-       Ulan daraldım be!  Ne olacaksa olsun birisi açsın şu paketi artık! Valla bu paket biraz daha elden ele dolaşmaya devam ederse uluslar arası bir savaşa neden olacak!
Her an bir olayın patlak verdiği haberini duyma vesvesesi ile beklemekten başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı artık.  Sessizlik bazen bombadan daha fazla ses çıkartır, biliyor musunuz?  Beynimizde patalayan sessiz sedasız bombalarla bekledik, bekledik; hiçbir haber yok.  Tam aksine, eli o pakete değmiş olan herkes eskisinden daha içli-dışlı, daha samimi olmuştu birbirleri ile!

Kurban bayramı arifesinde yapılan geniş kapsamlı ev temizliği  sırasında, ayak altında dolaşıyor olmamak için, yazıhaneden eve dönüşümü biraz geciktirdiysem de geldiğimde yardımcı kadının ayakkabıları hala kapı önünde duruyordu.  Zili çalmayıp kapıyı anahtarla açtım ki kimse yaptığı işe ara vermek zorunda kalmasın.  Eşim kızmış bağırıyordu:
-       Bu resmen terbiyesizlik.  Hiç ummazdım!

Yaklaşık elli yıllık evliliğimizde eşimin hiçbir yardımcı kadına bağırdığını, hatta onunla yüksek sesle konuştuğunu duymamıştım.  Çok şaşırdım.  Yanlarına doğru yürüdüm.

-       Hayırdır yaa,  ne oldu, niye bağırıyorsun?
-       Hani şu Yardıma Muhtaç Kadınlar Derneği’nin düzenlediği Yardımlaşma Gecesi için onların yüz adet davetiyelerini ben satmıştım ya?
-       Eee, bir yolsuzluk mu var, ne var?
-       Yok öyle bir şey. Aksine, davetiyelerin en çoğunu ben satmayı başardığım için dernek başkanı teşekküre uğradı, bana şahsi bir hediye bıraktı.
-       İyi ya daha ne olsun, bunun için mi bağırıp çağırıyorsun?
-       Onun için değil, bunun için!  dedi ve bana kartpostal ebadında krem renkli bir karton uzattı.
-       Ben iyilikten başka ne yaptım ki böyle bir hakarete maruz kalıyorum?  Ben bunun hesabını sormaz mıyım?…. diye  o tekrar alevlenirken elimdeki kartonu okudum:

“Aslında değmezsin ama, başımın gözümün sadakası olsun!”

Bir yandan kahkahalarla gülüyordum, bir yandan gözerimden yaşlar akıyordu!  Benim ambalajlattığım hediye paketi hiç açılmadan bana dönmüştü!   Sevinçten nefes alamaz olmuştum.  Şaşkın şaşkın bakan eşim delirmiş olduğuma karar vermiş olmalıydı ki, korkusundan büyük kızıma telefon açtı, halimi anlatmaya başladı.  Kahkahalarıma ara verip “Dur kimseyi arama.”  bile diyemiyordum.  Nice sonra nefessiz kaldım ve gülme krizim böylece sona erdi. Elindeki telefonu çoktan bırakmış olan eşim korka korka:

-       Ne oldu sana ya?  Nedir seni bu kadar güldüren?
-       Bu dernek başkanının adı Nermin miydi?
-       Evet.
-       Sana gelen takım sütlü kahve rengi, ekose bir nevresim takımı mı?
-       Evet de, nereden biliyorsun sen bütün bunları?
-       Ben müneccimim, bilmiyor muydun!

Tabii daha sonra olayı tüm detayları ile anlattım kendisine.  Ben sakin sakin anlatıyordum ama bu sefer de o gülmekten dinleyemiyordu.   Neyse, onu kahkaha krizi ile baş başa bırakıp telefona sarıldım,  Erdoğan’ı aradım ve bir nefeste bu son olayı ona aktardım.  Önce upuzun bir “ohhhhhh…” çekti, sonra:

-       Kardeş be, dedi, dile benden ne dilersen!  Sana bu akşam koca bir Tekirdağ getiriyorum, hem de mezeleri ile beraber.  Bu seferki sadaka-madaka da değil haa!  Ananın ak sütü gibi helal!

Diyeceğim o ki dostlar, size bir hediye gelirse, aman aman paketini açmadan başkasına hediye  etmeye kalkışmayın.  Bizim kadar şanslı olamayabilirsiniz!

Adil Karcı – 06 Ekim 2014


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder