REYHAN



REYHAN


Hani avucunu kepçe gibi yapar da baş aşağı çevirip çocuk başı okşarsın ya, işte aynen öyle sağ avucumu  yumup oturduğum masanın kenarında duran, antik Yunan desenleriyle süslenmiş, alt yarısı mavi sırla kaplı toprak saksıdaki  reyhanın yaprakları üzerinde gezdirerek  biraz koku topladım ve daha sonra avucumu burnuma kapatıp uzun uzun soludum.  Çocukluğumdan beri severdim reyhan kokusunu.

-       Vay, dedim saksıdaki reyhana, bugün muhteşemsiniz Reyhan Hanım!
-       …….
-       Ne o, iltifatımı beğenmediniz mi?  Yoksa size Reyhan değil de Fesleğen,  ya da Sinekkanadı diye mi hitap etmeliydim?

Bu bitkiye verilen birleşik isimleri kafamda ayrıştırmaya çalıştım.  Reyhan, yani “rey” ve “han”.  Ne alaka?  Ya Fesleğen’e ne demeli?  “Fes” ve “leğen”?   “Fes şeklinde bir leğen” demek istememişti herhalde bu ismi koyanlar.  Kulağa hoş gelmese de, en alakalı isim Sinekkanadı olabilirdi,  zira bitkinin yaprakları sinek kanadını andırıyordu biraz.  Merak bu ya, üstelik teknoloji de avucumuzda, emrimize amade ya artık, cep telefonundan internete girdim, araştırdım.   Evet, bu üç isim de aynı bitkiye aitti ama Reyhan Arapça kökenliydi, “güzel rızık” manasınaydı.  Fesleğen ise Yunanca kökenli olup “kraliyet” anlamına geliyordu.  Çeşni katmak üzere kuru veya taze olarak yemeklere konulan bu bitki meğer nice hastalıklara da iyi geliyormuş!   Öğrenmiş oldum.  Kapattım elimdeki telefonu ve döndüm Reyhan Hanım’a:

-       Bak gördün mü?  Sana “Reyhan” dedik, “Hanım” dedik, tenezzül buyurup  cevap vermedin!  Tabii, burnun büyüdü de ondan!  Şimdi cicili-bicili özel saksıya dikilmişsin ve her gün sulanıp okşanıyorsun.  Unuttun o zeytin yağı tenekelerine dikilip de haftalarca suyu zor bulduğun günleri değil mi?  Yaprakların toz topraktan görünmezdi be!  Ne idiğü belirsiz bir bitki olarak ya bir bahçe kenarında, ya  bir kerpiç evin kuytusunda kurur giderdin ve adın da “sinekkanadı” olmaktan öteye geçemezdi.  Hani var ya, o eski Türk filimlerinde… hani fakir bir temizlikçi kız bir gün keşfedilip meşhur bir şarkıcı olur da sonra öz babasını tanımazdan gelir ya?  İşte sen de aynen öyle olmuşsun.!

Reyhan Hanım dayanamadı, patladı:

-       Deli misin, mecnun musun, nesin?  Kes sesini de git artık başımdan be!  Koklama ayağına yatıp  saçımı-başımı darmadağın ettiğin yetmezmiş gibi...!

Evet, ben gerçekten deli  olmalıydım aslında, Reyhan Hanım haklıydı.   Öyle ya, oturmuş telepati yolu ile bir çiçekle konuşmaya çalışıyordum!  Ama dur hele, niye deli olaydım yahu?  Bak, sonunda konuşmuştu işte benimle!

Konuşmacı olarak davet edildiğim bir tarım sempozyumuna katılmak üzere Adana’dan Antalya’ya gitmem gerekiyordu.  Bu  iki şehir arasındaki kıyı kasabalarında işim icabı görüşmem gereken kişiler olduğundan, araba ile yola çıkmış, her zaman olduğu gibi Alanya’da bir akşamlık  mola vermiştim.  Kaldığım otel şehir merkezinden Alanya kalesine çıkan yol üzerinde, marinaya hakim bir yamaçtaydı.  Otelin önündeki dar yolun deniz tarafında ise, sahilden bir apartman boyu kadar yüksekte, falez üzerine kurulmuş birkaç lokanta vardı.

Alanya’yı daha önce gezmiş olduğumdan ve orada yapılacak bir işim de olmadığı için, güneşin henüz batmakta olduğu akşamın ilk saatlerinde bu lokantalardan birisinin yazlık bölümüne girdim,  oturdum.  Gün batımını seyretmek, hatta sarıdan bakıra dönen renklerle gökyüzünde oluşan o muhteşem tablonun fotoğrafını çekmek isterdim ama bu mümkün değildi, zira kalenin doğu yamacındaydım ve güneş çoktan bu tarafı terk etmiş, tepenin diğer yanında Akdeniz’in ılık sularında akşam banyosunu alıyordu.   Lokantanın ilk müşterisiydim.  O kadar erken gitmiş olmalıyım ki, daha garsonlar bile yoktu ortalıkta.  Eh ne yapalım, biz de oturmuş yanımızdaki Reyan Hanımla  yarenlik ediyorduk işte!

-       Hoş geldiniz efendim!

Bu ses Reyhan Hanım’ın az önce beynimde çınlayan cıvıltılı sesi değildi. Kafamı çevirip baktım,   siyah pantolonlu, yaz günü olmasına rağmen,  uzun kollu beyaz bir gömlek giyinmiş ve de mor papyon takmış tıknaz bir garson, elinde sararmış bir sipariş bloknotu  ve  yarısı kırık bir kalemle başıma dikilmiş duruyor,  gözleri ile gülümseyerek benden cevap bekliyordu.

-       Hoş bulduk, dedim.  Ana yemek için   vakit erken, benim adetimdir, meyve ve rakı ile başlarım.  Mevsim meyvelerinden bir tabak,  bir de ufak getirir misin?.

Tertemiz olduğu besbelli olan beyaz masa örtüsünün  üzerine baş aşağı  olarak sıralanmış ayaklı bardaklardan birisini alıp düzgün şekilde oturttu,  yakınındaki buz dolabından çıkarttığı dışı terlemiş cam sürahiden  buz gibi bir su doldurdu ve “Hay hay efendim, meyvenizi ve rakınızı hemen getiriyorum , buz da istersiniz değil mi?” diyerek gözden kayboldu.  Yine kalmıştık Reyhan Hanımla baş başa!  Ama artık ne ben konuşuyordum ne de o cevap veriyordu,  zira  zorla başlattığım  muhabbetimiz garson tarafından katledilmişti bir kere!

Kıyıya bağlı teknelere ve onların önleri boyunca gezinti yapan insanlara bakarak vakit geçirmeye çalışıyordum.  Gezinti teknelerinin kıyıya bağlı olduğu her demir halkanın yanında küçük bir masa vardı.   Masaların  arkasındaki çığırtkanlar önlerinden gelip geçenlere tekne turunun rotasını anlatıyor, broşür veriyor ve ertesi gün için müşteri toplamaya çalışıyorlardı. Uzakta oldukları için ne konuştuklarını  duyamıyordum ama, daha fazla yolcu alabilmek amacı ile,   kalkışını  en az yarım saat geciktireceklerinden şüphem olmayan tekneleri için “bizim teknede rötar olmaz, yarın sabah tam 10:00’da hareket”  diyerek müstakbel yolcularına güvence vermekle meşguldüler, eminim.

Rakıdan aldığım ilk yudumun damarlarımda dolaşmaya başladığını hissettiğimde,  karşımdaki deniz manzarasının güzelliği, yüzümü serin serin okşamaya başlayan esinti  ve  Reyhan Hanım’ın ıtırlı kokusu  birlik olmuşlar, üzerimdeki yol yorgunluğunu alıp götürmüşlerdi. Ben “daha birkaç saat kimse gelmez buraya” diye düşünürken, koca lokantada başka bir yer yokmuş gibi, tam sağımdaki masaya tombul sayılabilecek, lacivert takımlı gençten birisi geldi oturdu.  Vakit öldürmem gerek ya, Reyhan Hanım da benimle artık konuşmuyor ya, göz ucu ile  incelemeye koyuldum yeni müşteriyi.

Ellili yaşlara henüz ulaşmamış gibiydi.   Uzunca kesilmiş düz, uzun kahverengi saçlarını savura savura sağa-sola dönüyor, mavi mi yeşil mi olduğu belli olmayan gözleri ile kendisi ile ilgilenecek bir garson arıyordu.  Mesleği ile ilgili tahmin yürütmeye çalıştım ve, beraberinde getirdiği deri evrak çantası nedeni ile, avukat olduğuna karar verdim.  Medeni cesaretim biraz daha fazla olsaydı, bu adamı masama davet edip onunla tanışır, sohbet edebilirdim. Nice sonra gelen garsona bira ve çerez ısmarladı.  “İyi ki de tanışıp masama davet filan etmemişim, rakı içen bir  adamın bu güzel manzaraya karşı oturup bira içen bir çaylak ile ne işi olabilir ki?  Müşterek hiçbir yanımız yoktur mutlaka!”  diye düşünerek paylaşmaktan vaz geçtiğim kendi yalnızlığıma çekildim.

Ondan tarafa bakmamaya gayret ediyordum ama bu  adamdaki görünmez  tuhaflık dönüp dönüp dikkatimi yine ona yöneltiyordu.  Garsonun getirdiği soğuk biradan uzun bir yudum aldıktan sonra gömleğinin yakasını gevşetti, bayrak kırmızısı kravatını koparırcasına çıkarttı ve katlamadan ceketinin sol cebine tıkıştırdı.   Kravatın kalın ucu yarım karış kadar cepten dışarıda kalmıştı ve  tıpkı dilini çıkartmış bir zenci gibi bana sırıtıyordu.  Ne yazık ki hoşuma giden bu görüntüyü uzunca seyretme şansım olmadı, zira ikinci yudumdan sonra adam ceketini çıkartıp yanındaki sandalyeye astı.  Üçüncü yudumundan sonra da uzun kollu beyaz gömleğinin kollarını sıvadı.  Alkol alkoldür kardeşim, birada  az miktarda olan alkol  bile adamın baharını başına böyle vurdurur işte!

Kıyıda dolaşan turistlere pamuk şekeri, balon, buzlu badem satarak geçimini temin etmeye çalışan insancıkları ve bu satıcıların peşinden ayrılmayan yerli malı çocukları seyretmeye dalmıştım ki sağdaki  masadan “yok yaaa, yeter yaaa!” diye bir ses geldi.  Önce başka birisi telefonla konuşuyor sandım.  Dönüp baktım, bizim tombul elindeki kalemi masaya vuruyor ve yüksek sesle kendi kendine söyleniyordu!  “Yeter lan yeter, bu son artık, oynamıyorum lan!”

“Eh, normal, beni de bir akıllı bulmaz ki zaten!” diye içimden geçirirken, kendisine baktığımı fark etmiş  olacak ki, bana döndü ve:

-       Haksız mıyım Allaanı seversen abi ya?   Bu naleti kaç yıldır oynarım, yahu altıdan vaz geçtik bir defa beş biliyim bari be, yok, yok, yok!  Bir kere dört bildim, sekiz on kerede de üç…. hepsi o kadar.    Buna yatırdığım parayı biriktirsem, Allaama kör bakiim, şimdiye sıfır araba almıştım!  Oynamıycam artık.  Bitti!  Bi daha şu kuponları elime alırsam elim kırılsın!  Yetti be!

Dikkat ettim, önünde bir tomar şans oyunları kuponu duruyordu.  Ne zaman çıkartmış masaya koymuş?, Ne zaman çekiliş sonuçlarına bakmış?  Hiç fark edemedim.  Alkolün artırdığı medeni cesaretimle:

-       İstersen gel beraber oturalım, hem yalnızlıklarımızı da paylaşırız, dedim.

Sanki bu daveti bekliyormuş gibi tereddüt etmeden ayağa fırladı, önündeki yarısı boşalmış bira bardağını ve çerez kasesini kaptı, geldi yanıma oturdu.

-       Abi ciddi söylüyorum, çok param gitti bunlara yaaa.  Bu akşam tööbe ettim, sen de şahitsin, işte  Allah da şahit, oynamıycam artık!

Şans oyunları beni fazla açmadığından,  konuyu değiştirebilmek amacıyla çeşitli sorular sordum kendisine.  Yanılmışım, avukat değil serbest muhasebeci-mali müşavirmiş.  Her akşam iş dönüşü buradaki lokantaların birisinde mola verip bir iki kadeh atarmış.
 
-       Abi hayat başka türlü çekilmiyor be, dedi ve işinden, eşinden dert yanmaya başladı.
-       Mükelleflere laf anlatamıyorsun.  Ay sonunda vergiler, sigortalar yatacak, “sen yatır Muharrem Bey, biz sana sonra öderiz”.  Ulan daha aylık ücretimi tahsil edemiyorum sizden, bir de verginizi ben mi yatıracağım be?  Hayır, bir iki kişi olsa neyse ama hemen hemen hepsi böyle…  Evdekine gelince, o da ayrı bir alem.

Gençlik yıllarında, turist gezdiren bu teknelerde yazları çalışıp okul harçlığı biriktirirmiş.  Teknelerde çalışan Salih adında bir de Diyarbakırlı arkadaşı varmış.  Bu Salih allem etmiş, kallem etmiş İsveçli bir turist kız tavlamış.  Birkaç kelimeden fazla  yabancı lisan bilmediğinden,  ülkesine dönen kızla ondan bundan yardım alarak  yazışmayı sürdürmüş.  Ertesi yaz kız yine Alanya’ya gelmiş ve Salih’le nikahlanmışlar.  Kız yine ülkesine tek dönmüş ama birkaç ay içerisinde vize işlemlerini hallettirip kocası Salih’i yanına aldırmış.

-       Şimdi iki çocukları var ve mutlular, dedi Muharrem,  hem paraya pula kavuştu hem de o kavruk, gudubet Salih yakışıklı bir adama dönüştü İsveçte, üstüne üstlük  bülbül gibi de İsveççe konuşuyor, iyi mi? 
Ahhh, ah, kimseyi takmayıp o oğlanın lafını dinlemeliydim…ahhh!

Salih’in gidişinin ardından Muharrem de bir Alman turist kız bulmuş, sevgili olmuşlar.  “Altın saçlı, mavi gözlü ilahe” olarak tanımladığı bu kız çok istemiş, çok beklemiş ama bizimki ona bir türlü evlenme teklif edememiş.  Ana, baba, amca, dayı, komşular ne derler sonra?  “Gavur kızından  kat’iyen gelin” olmaz demişler ve tutmuşlar  onu  annesinin köyünden bir kızcağızla baş-göz etmişler.  Evlendiği kız iyi huylu birisiymiş ama sadece karı-koca imişler, o kadar.   İnanç farkı,  bilgi farkı, zevk farkı, görüş farkı gibi nedenlerle gerçekten yakın olamamışlar birbirlerine bir türlü.

-       Ne vardı şimdi şu manzarayı sevdiğim kadınla beraber seyredebilseydim?  Ne vardı şu zıkkımı paylaşıp da şimdi onunla beraber içiyor olsaydık?
-       Getir sen de karını buraya be  Muharrem, alışsın kızcağız.
-       Gelmez abi gelmez, insan içine çıkmaya çekinir, üstelik zinhar ağzına içki de değdirmez, günah ya!  Seyahate çıkalım?  Çıkmaz!  Denize girelim? Girmez!
Ben evde bir bira bile içemiyorum.  Eve içki soksam mutlaka boşanır benden.  Aslında boşanıp boşanmaması umurumda da değil ya, bakma, elini öper bir kız bir oğlan çocuğumuz var, ana-baba ayrı büyümesinler diye…

Ne demiş şair Ali efendi?

“Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır
Bir dokun bir ah işit kase-i-fağfurdan”.

Laflarken,  o ikinci birasını bitirmiş ben de ikinci kadehin dibini görmüştüm.  Sohbet her ikimizi de doyurmuş olmalıydı ki,  ne o ne de ben sıcak yemek ısmarlamadık. 
İyice karanlık basmış, sahildeki rengarenk lambaların tümü yanmıştı artık.  Benim gözüm Muharremde,  onunki ise bir aşağı bir yukarı ağır ağır dans eden teknelerdeydi. Bilmem kaç yüzüncü, belki de kaç bininci defa,  “altın saçlı mavi gözlü ilahe”si  Muharrem’i alıp uzaklara götürmüştü yine, besbelli.  Daldığı hülyadan uyanmaya hiç niyeti olmadığını anlayınca dayanamadım:

-       Kalkalım mı?  dedim.  Benim yarın daha epey yolum var da…

Uykudan uyandırılan bir çocuğun mahmurluğu ile baktı yüzüme bir an,  ama  sonra aniden canlanıverdi ve telaşla:

-       Abi bi dakka,  şu masadaki kalemi alayım, kalkmadan bana 1’den 49’a kadar altı tane rakam yazdırsana…


Adil Karcı – 11 Eylül 2014



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder