AYAKKABI TAŞI
- Sana
kaç defa “Gelme artık buraya, git oltanı başka yerde at Çavuş” demedim mi? Bak
yine cunup gelmişsin, kısmetim kesilecek bugün!
- De
get lo, her zebah hep ayni konişiysin, sora da kaç tene balik dutiysin! Sen demediy mi biye “Cume güni sen gelmediy
diye şansim gaçti, eve eli boş dönmişem?”
Ha bura bakasan, ben siye ugur
getirirem, ugur! Bu zebah boş gelmemişem, melmeket pendirinden de getirmişem ki
şarabini aç garnina zıkkımlanmayasan!
Fırsat
buldukça, hidroelektrik santralinden çıktıktan sonra tekrar nehir haline
dönüşerek Adana’yı ikiye bölen Seyhan’ın doğu yakasındaki parkurda sabah yürüyüşüne çıkarım. Asfalt, beton gibi sert zeminlerin yürüyüşe elverişli olmadığına inanan insanlar genelde
iri kum ve çok ince çakıl ile döşenmiş olan bu parkuru tercih ederler. Öyle ki,
paralelindeki asfalt yol bomboş iken
bu parkurda iğne atsan yere düşmez! Ayakkabıma taş girmesi ihtimali fazla
olduğundan (ki çoğu zaman girer), o kum-çakıl karışımında yürümekten pek haz etmem ama yine de
“Vardır elbet bir hikmeti” diyerek ben de çoğunluğun tercihine uyarım. O sabah da yine erken uyanmış, büyük baraj
yapılmadan önce nehrin akış hızını kontrol altında tutabilmek amacı ile inşa
edilen (şimdi artık Eski Baraj olarak anılan) regülatör köprünün üzerinden, araç
trafiğine kapalı olan karşı kıyıya geçmiş, yürüyüşüme başlamıştım.
Topuğumdan sıçrayan minik taşlardan bir tanesi yine bir yolunu bulup sol
ayakkabımın içine girmiş ve beni sinir
etme görevine başlamıştı. Önce ayağımı
bir iki sallayıp taşı ayakkabının burun tarafına itekleyim dedim olmadı. Daha sonra ayakkabının burnunu yere vurup
taşı parmaklarımla ayakkabının burnu arasındaki boşluğa gönderebildim ama bir
türlü tutamadım onu orada. İlle de
tabanımda gezinecek, illa ki beni sinir edecek ya! Dayanamadım, yürümekte olduğum parkurun
üzerinden geçen otoyol köprüsünün altındaki bir tümseğe oturup ipini çözmeden
ayakkabımı çıkarttım ve pirinç tanesine benzeyen o mendebur taşı yere
silkeledim. Kördüğüm haline gelmiş
bağcığı çözüp tekrar bağlayarak ayakkabımı giymekle meşgulken yüksek sesle
konuşan o iki kişiyi fark ettim. İkisinin de sırtları bana, yüzleri nehre
dönük olarak açılır-kapanır taburelerinde oturuyorlardı. Sağdakinin şivesinden Çukurovalı, sesinin tonundan ise orta yaşlı
olduğu izlenimini edinmiştim. Aynı
ölçütlere göre, soldaki besbelli güney
doğu kökenli birisiydi ve yaşı da bir
hayli ileri olmalıydı. Yaşlı olan, havanın sıcak olmasına rağmen,
siyah şalvarla beraber giymiş olduğu uzun kollu dikine gri çizgili beyaz gömleğinin
üzerine bir de siyah yelek geçirmişti. Tepesindeki keli kapatmak için mi, yoksa
inancı gereği için mi olduğunu bilmiyorum ama başında da el örgüsü beyaz bir namaz
takkesi vardı.
- Getir
şunu getir! Allahın kırosu! Öğrenemedin hala iğneye yem takmayı be! Getir şuna yem bir yem daha takiim, iyi bak da sen de öğren artık.
- Çemkirme
be gurban, görisan ellerim ditriyr, barnahlarim dutmiyr.
- Lan
şu getirdiğin o güzel peynir de olmasa var ya… Anam avradım olsun, buraya adım
attırmam! Sen yine yat kalk o peynire
dua et!
- Ne
pendire dua edecegim lo? Pendir nedir ki? O da Allahın yarattigi nimet degildir? Ben Allahtan başga bi şiye dua etmem!
Esmer, uzunca boylu Çukurovalı
ile bu doğulu vatandaşın konuşması her ne kadar münakaşayı andırsa da,
gizeminde sakladığı ılık saflık ve tabiilik dolayısı ile ilgimi çekmişti. Ayakkabımı bağlar bağlamaz onlara doğru
birkaç adım atıp;
- Kolay
gele, şansınız bol ola gardaşlar!
dedim.
Kendilerinden birisi gibi
davranmak, onlar gibi konuşmak zorundaydım ki beni dışlamasınlar.
- Kolaysa
başına gelsin abi! dedi genç olan. Sen de bizim mekanda olta atmaya gelmedin herhal?
- Yok
gardaş be, sabah sabah yürüyoruk işte.
Sağlık için gerekliymiş.
- Allah
bilir ya, senin araban da vardır, ayağın yere değmez yani. Yani sabahın köründe kalktın, yürümek için
buraya geldin ha?
Yaşlı adamdan
tarafa dönerek,
- Bu
insanları anlamıyorum yaa! Az ye, otobüse, dolmuşa, arabaya binme, gideceen
yere yayan git, sabah da sıcak yatağından kalkmak zorunda kalma be gardaşım!
- Bak
sen de erken kalkıp gelmişsin. Sen de
balıkçıdan balık al, sabah sabah buraya gelme, sen de sıcak yatağından kalkmak
zorunda kalma!
- Sen
ne diyon abi ya? Bu benim ekmek param.
- Ne
yani sen balıkçı mısın? Bu tatlı su
balıklarını mı tutup satıyorsun?
- He
ya.
- Alıcı
var mı peki?
- Çoook. Deniz balığının yarı fiyatına verdin mi beş
dakkada biter!
O ana kadar elindeki dolaşık
misinayı açmaya çalışan yaşlı adam ilk defa dönüp bana baktı ve;
- Bu
var ya bu? Bu Mehmeali var ya? Mahlelerde
yoluni beklerler bunun! Çok da balıg
dutar haa. Pere de gazanir amma
heppisini şaraba yatirir!
İçine çökük
avurtlarını azıcık şişirip bir “Pöfff” yaptıktan sonra çukura kaçmış
küçücük
gözlerini kırpıştıra kırpıştıra misinasını çözmeye döndü tekrar.
- De
be Kero Çavuş, o zıkkımı da içmesek bu dünyanın kahrını nasıl çekeriz be? Sonra yine bana döndü:
- Bu
Kero Çavuş hacı-hocadır, içmez! Ama
sigaraya gelince… kökünü kurutur! Hele sar bi dene bana Kerim emmi. (İşi düştüğü için olsa gerek, adama ilk defa
ismi ile hitap ediyordu).
- Babeyin
uşagi vardir? Al gendin sar! Kero’nun uzattığı tabakayı almayan balıkçı:
- Ah
senin gibi sarabilsem…. Abi valla bir
sigara sarar, sanarsın Tekel fabrikasından çıkmış! Bi de nereden buluyorsa, sarışın kadın saçı
gibi bir tütün bulur ki resmen kaymak, Allaama dinime kaymak! Ah bi de kağadını yapıştırırken diliynen
yalamasa! Midem bulanıyor ama yine de
dayanamayıp içiyorum. Bunun getirdiği o
peynirnen bu tütünün hatırına, dul
anamnan everecem onu!
- Le
hele bi sus, köppek soyi, ürüme! Cahal cahal gonuşme, utanmaz!
Kero Çavuş her ne kadar Mehmaali’yi
terslemiş gibi idiyse de, evlenmek ile ilgili bu son cümle onu hoşnut etmiş
olmalıydı, zira şark çıbanı izi taşıyan yanaklarında belli belirsiz bir
gülümseme gamzelenmişti .
- Siz
her sabah gelir misiniz buraya? diye sordum.
- Ben
gelirim de, dedi Mehmet Ali, Kero Çavuş bazen zıypıtır, gelmez. Zaten o vakit geçirmek için olta atar,
balıkçılık kim o kim? Biraz sonra güneş
çıkar, bu köprünün altı gölge olur ya, onun için de paylaşamayız burasını.
Kero Çavuş’a
doğru dönüp, kelimelerin üzerine basa basa ve de iyice duyura duyura:
- Keşke
de hiç gelemese! dedi. Helvasını yesek de kurtulsak!
- Garra
yere giresiy! Bah, şu daşi gafayya furirem
ha! Ne lo? Bu suy babayin malidir? Benim de malimdir! Hem sen on dene olta salmişan, benim bi tene var!
Göziye mi geldi?
- Eh
dul anamı sana verirsem, burası gerçekten babamın malı olur işte!
- Hadi
kısmetiniz açık olsun, gene görüşürüz.
dedim ve yoluma devam ettim.
İlgimi çekmişti bu ikili.
Oradaki çamlık alanda yürüyüşe çıkan, ve sözüm ona spor yapmaya çalışan, insanların bir tek
gayesi vardır aslında; kilo vermek!
Rejim yaparak, boğazından keserek kilo vermek işlerine gelmez çoğunun.
Uykusundan fedakarlık etmeye razı olup sadece sabah yürüyüşü ile halletmeye
çalışırlar kilo meselesini; ki ben de
onlardan bir tanesiyimdir. Üstelik, kilo
verememeniz için, hatta daha da alabilmeniz için, bu spor alanının her köşesi
tuzaklarla döşelidir. Simitçiler,
kahvaltıcılar, börekçiler, gözlemeciler, ciğerciler… seç beğen ye!
İki gün sonra, yine aynı saatte,
epeyce bir miktar su böreği alıp bizim
Hacivat ve Karagöz’ün olduğu köprü altına doğru yollandım. Amacım onlarla birlikte kahvaltı etmek, biraz
da laflamaktı. Bu defa Kero Çavuş yerinde
yoktu. Mehmet Ali “el ipi” denilen kamışsız oltalarını suya atmış,
misinalarını yere çakmış olduğu tepesi zilli demir çubuklara bağlamış, yer yer
boyası dökülmüş olan paslı bisikletinin selesini tamir etmeye koyulmuştu.
- Kolay
gele Mehmet Ali.
- Ne
kolayı abi be, yalama olmuş, diş tutmuyor bu nalet! dedi bakmadan. Sonra uğraşmaktan vaz geçip, bir elinde pense, diğerinde bir cıvata, dönüp bana baktı ve aniden aydınlanan yüzü
ile,
- Oooo, abi sen misin? Ne o?
Ayaana gene daş mı kaçtı? Gel
otur, çayım da var bugün, daha yeni demledim! diye davet etti beni.
- Ne
o senin babalık yok mu bu sabah?
- Gelmedi. Zaten o her gün gelmez, ancak canı sıkıldı
mıydı takılır buraya.
Üçgen şeklinde dizili üç iri
taşın üzerinde duran, isten simsiyah
olmuş çaydanlıktaki suyu çalı çırpı
yakarak kaynatan Mehmet Ali, daha küçük
bir çaydanlıkta önceden hazırladığı demden azar azar bardaklarımıza koyarken anlatmaya
başladı. Kero Çavuş’un asıl adı
Kerim’miş. Çavuşluk ile filanla bir
alakası olmadığı gibi, bu lakabı da ona zaten Mehmet Ali takmış. Soyadını bilmiyormuş, zira sormak hiç aklına gelmemiş. Yetmişini aşmış olan bu adam iki senedir
gelmeye başlamış köprü altına. Önce
ciddi ciddi takışmışlar. “Adam gelip
benim oltaların üstüne oltasını atıyordu abi” dedi. “Balık nedir, balıkçılık nedir bildiği yok ki! Gerçi Urfa’da nereden öğrenecek
balıkçılığı? Balıklı Göle gidip İbrahim
Peygamberin balıklarına mı olta atsın? “Nehrin
az aşağısına git , orada olta at emmi” derim, gitmez! Eh, bu köprünün altı gölgelik
ya…”
Zaman içerisinde alışmışlar
birbirlerine. Mehmet Ali ona balık
tutmayı öğretmiş, o da yanında getirdiği nevalesini Mehmet Ali ile paylaşır
olmuş. Adana’ya gelmeden önce Kero
Çavuş Urfa’nın köylüklerinden birinde yaşarmış.
Herkes gibi o da köyün ağası ne
iş verirse onu yapar, yaşamına yetecek kadar verilenle yuvarlanıp
gidermiş. Evlenmiş, iki de oğlu
olmuş. Gel zaman git zaman oğlanlar
büyümüş ve büyüğü karşı aşiretten bir ağa kızına tutulmuş. “Yaşatmayız” demiş kızın ağabeyleri. Bakmış ki oğlunun kızdan vazgeçeceği yok,
bakmış ki işin sonunda kurşun var, Kero Çavuş almış tüm ailesini gelmiş
Çukurova’ya. Mevsiminde pamuk
toplamışlar ailece, kışın inşaatlarda çalışmışlar, baba yıllarca hamallık
yapmış sebze halinde. Kenar
mahallelerden birisinde kerpiçten küçük bir ev yaptırıp kiradan kurtulmuşlar. Daha sonra bir kebapçıda çalışıp iş öğrenen
büyük oğlan İstanbul’a gitmiş, orada kebapçı ustası olmuş. Küçüğü Antalya’ya gidip garsonluğa
başlamış. Tam rahat ediyoruz derken, Kero’nun karısı yakalandığı kötü hastalıktan
kurtulamamış ve birkaç yıl önce ölmüş. Artık
çalışmaya dermanı olmayan Kero’ya ara sıra para gönderiyormuş oğulları. Büyük oğlan evlenmiş ama daha İstanbullu gelinini görmek nasip olmamış Çavuş’a.
Komşunun telefonundan arayan oğlu
“Torunun olsun, onu da alır geliriz birgün” demiş. Belki de hamal
babasından utanıp bu nedenle karısını Adana’ya getirememiş.
“Halbuki babasını yanına alsaydı
ne olurdu sanki, di mi abi? İnsan
atasından utanır mı ki? Aslını inkar
eden haramzededir!” dedi Mehmet Ali.
Artan böreği itina ile sarıp sepetine koyarken;
- Valla
makbule geçti abi, bu kalan da bana
akşam yemeği olur. Hele bir de şarap açtım mı yanına….!
Sabah yürüyüşlerinde köprü
altında mola vermek hoşuma gider olmuştu.
Bazen onlara bir selam verip geçiyordum, bazen bir çay içimi oturuyordum
, bazen de hep beraber kahvaltı yapıyorduk.
Kero Çavuş her zaman orada olmuyordu.
“Ehtiyarlik işte” diyordu, “her vakıt her vakıt zor oliy bura
gelmek. Vallah bacagimda derman kalmiy
ki tekeri çevirem”. Onun da bir
bisikleti vardı ama bisikleti Mehmet Ali’ninkinden çok daha yeni ve güzeldi.
Geçenlerde bir sabah, bir gün
öncesinden alıp hazırladığım tulum
peynirini ve Mehmet Ali’nin “Kara Tavuk” dediği bir kutu siyah zeytini iki taze
pide ile beraber bir poşete koydum,
kahkahalar arasında yapılacak bir kahvaltının hayali ile köprü altına doğru
yola koyuldum. Geldiğimde Kero Çavuş orada
yoktu. Hayal kırıklığına uğradım biraz,
zira bu sabahki kahvaltıda
Hacivat-Karagöz seyredemeyecektim.
Halbuki Kero burada olsa, artık bana alışmış olmasının da verdiği
rahatlıkla, Mehmaali’nin takılmalarına
karşılık verecek, ve her zaman
olduğu gibi “Yav Mehmaali, beni anaynan başgöz edicahsan amma daha anayzi bi
defe bile bura getirmediyzki ki görah!” diyecekti. Mehmet Ali durur mu? “Be Çavuş, sana elli kere söyledik, yüz görümlüğü
olmadan olmaz! Abi, paraya kıyıp bir
beşibiryerde alsa, bu iş tamam, ama bu nekes herif bir türlü elini cebine
atmıyor yaa. Olmaz öyle, bedavaya avrat
mı olurmuş?” “Yav begim, bu ne
diyir? Ya anasi beni begenmezsa, ya ben
onu begenmezsam? Bu devirde yüz görümlügü
kalmiştir? Çavuş bu teklife gerçekten
inanıyor muydu, yoksa o da Mehmaali ile dalga mı geçiyordu, belli değildi. Kimbilir, belki de kocasını uzun yıllar önce
kaybetmiş, eline başka erkek eli değmemiş güzel bir kadının ikinci kocası olmayı hayal ediyor da
olabilirdi.
Güneş ışığının köprünün devasa beton ayağını altın sarısına
boyamaya başlaması benim mola süremin dolduğunun işaretiydi. Artık daha fazla
oturmaz, bu maça papazı ile karo oğlunu pazarlıkları ile baş başa bırakır
yürüyüşüme devam ederdim. Ama belli ki
bu sabah bu sohbetten mahrum kalacaktım. Kero Çavuş yoktu. Üstelik
dikkatimi çekti, Mehmeali’nin oltaları da suda değildi. Tuhaf bir durum vardı ortada. Kero yoktu ama
bisikleti oradaydı. Mehmet Ali vardı ama
bisikleti yoktu. Mehmet
Ali ise taburesine değil, köprü inşaatı zamanından kalma bir kayaya oturmuş, yüzünde donuk bir ifade
ile nehre bakıyordu ve hiç kımıldamıyordu.
Yaklaştım, elimdeki poşeti yere bıraktım ve:
- Mehmet
Ali??? dedim, sorgularcasına.
Cevap da vermedi, dönüp bakmadı
da. Sağ tarafına doğru kaykılıp kolunu aşağıya uzattı, önceden açmış olduğu bir şarap
şişesini yerden alıp kafasına dikti, birkaç yudumdan sonra şişeyi aldığı yere
bırakıp elinin tersi ile ağzını sildi ve hala bakmakta olduğu ufuktaki bir
noktadan gözlerini ayırmadan “Ben böyle
hayatın…..” diye başlayan sunturlu bir küfür savurdu.
- Mehmet
Ali, söylesene be ne oldu?
- Çavuş
abi Çavuş! Kero Çavuş!
- Ne
oldu Kero Çavuş’a?
Kesik kesik ama
bağıra bağıra konuşuyordu.
- Daha
ne olsun abi, öldü! O da öldü! “Üç gün yatak, dördüncü gün toprak”
derdi. İstediği oldu! “Ölsün de helvasını yiyelim” demiştim ya
şakadan? Benim de istediğim oldu işte,
annadın mı?
Yanına yaklaşınca kıpkırmızı
olmuş gözlerinden art arda inmekte olan yaşları gördüm. Kalktı, boynuma sarıldı. Bir çocuk gibi sarsıla sarsıla ağlamaya başlayan
koca adamın sesi gide gide böğürtüye
dönüşüyordu. Taa uzaklardan geçenler
bile sesimizi duyuyor, durup bize bakıyorlardı. Mehmet Ali isyanları oynuyordu artık. Hıçkırıkları arasında ağzına gelen bütün
küfürleri sıralıyordu kara talihine.
Teskin edebilmek ne mümkün?
- Yeter
Mehmet Ali, kendini harap edip durma. Dünya hali bu, diyecek oldum:
- Dünyasının
da, halinin de…
Sönük ocaktaki kapkara çaydanlığı
alıp, yeni aldığım spor pabuçlarımın ıslanması pahasına, suyun kenarına gittim,
çaydanlığın kapağını açıp suya daldırdım.
Fokurtular bitip çaydanlık tamamen dolunca Mehmet Ali’nin yanına döndüm,
çaydanlıktan akan ip gibi su ile yüzünü yıkattım iyice. Kendine gelmişti biraz.
Dünden beri kullanılmadığı belli
olan üstü bez tabureyi açıp yakınına
oturdum. Biraz nefeslenebilmesi için, ve
de bu olayı kendisini hazır hissettiğinde anlatmasına fırsat vermek
amacı ile, konuşmadan bekledim. Bir sigara , yaktı, bir iki nefes çekti,
sonra elindeki sigaraya uzun uzun baktı ve ani bir hareketle fırlattı attı nehre. Aklına Kero Çavuş’un sarışın dilber saçı ile
sarıp verdiği sigaralar gelmiş
olmalıydı. Her zaman içtiği kendi sigarasından
zevk alamamıştı, besbelli. Kıyıdaki
birkaç evcil ördeğin vakvakları ve karşı yakadaki caddeden geçen araçların
lastik vızlamaları duyuluyordu sadece.
Yeterince kendine gelmiş olmalıydı ki, nice sonra bana döndü:
- Abi benim bisiklet tümden iş göremez hale
geldi. Tamir ettirmeye bile değmez
yani. Dün sabah taktım sepeti koluma, buraya kadar yayan
geldim. Biraz dinlendikten sonra tam
oltaları suya serecektim ki tanımadığım bir adam Kero Çavuş’un bisikleti ile
geldi, köprünün altında durdu.
Hayırdır, dedim içimden, çünkü bir haftadır Kero’nun kendisi hiç
uğramamıştı. Adam bisikletten inmeden
“Kerim efendinin övey ogli Mehmaali sen misin?”
diye sordu. Aynen bizim Çavuş
gibi konuşuyordu. Şaşırdım. “Üvey oğluyum desem bir türlü, demesem bir
türlü! Bozuntuya vermedim, “Evet, benim!” dedim. Adam bisikleti köprünün ayağına dayadı, arka
sepetlikteki paketi alıp bana uzattı. “Bulari
sana Kerim efendi göndermiştir, övey oglumu bulasız, bulari ona veresiz demiştir. Pisiklet de senindir. De hayde eyvallah.”
Mehmet Ali
farkında olmadan Kero Çavuştan kaptığı
Urfa ağzı ile, aynen adamın konuştuğu şiveyle aktarıyordu bu konuşmaları bana. Yeni bir ağlama nöbetine
kapılacakmış gibi oldu, durdu, derin bir nefes aldı sonra zorlukla devam etti:
- Adama
“Dur arkadaş”, dedim, “Kerim baba bunları niye bana gönderdi, neden kendisi
gelmedi?” Adam durdu ve hüzünlü bir
sesle “Üç gün evvel namezden eve yürürken zerhoş bir şöfir Kerim efendiye
çarpmiştir. Galdirmişler hemen
hastahanaya, amma iç ganama olmiş,yatti bir iki gün, gurtaramadiler. Daha sağ idi ben onu hastahanada gördügümde.
Pisikletiyi, cagara tabakasiyi, bi de bu kutiyi siye vermemi istemiştir. Evini ufak uşşagına versinler istemiş idi. Böyügün ehtiyaci yoktur dedi. E hadi eyvallah, başiyiz sagolsun! Çekti gitti adam.
İşte o saat bu saat tam bir gün oldu ben hala bu kayanın
üstündeyim.
İçtiğim şu şaraptan başka ağzıma ne
bir damla su ne de bir lokma girmedi!
- Peki,
kimmiş bunları getiren adam?
- “Yan
komşusuymuş. Hiç akrabası yokmuş burada.
“Bisikletini, sigara tabakasını
bir de bunu göndermiş bana!” diyerek
süslü, küçük bir kutu uzattı. Kutuyu
itina ile açtım; içinde kocaman bir
altın lira, yani beşibirlik! Başımı
kaldırıp Mehmet Ali’ye baktığımda yine ağlamak üzere olduğunu gördüm.
- Bunu
gerçekten annene mi vereceksin şimdi Mehmet Ali? dedim, gayri ihtiyari.
Hıçkırıkları arasından zor
duyabildiğim bir sesle;
- Ne
annesi be abi? Ben anamı hiç tanımadım
ki! dedi. Ben doğarken kan kaybından öldüğünü
söylerlerdi. Daha çocuktum, babamı da,
benden iki yaş büyük ablamı da 98 Adana
depreminde kaybettim. Beni halamnan kocası yanlarına aldılar. Onlarda
para bende akıl yok ya, orta okulu zor bitirdim. Art arda onlar da vakitsiz öldü gitti zaten. Askerde geçirdiğim bir kazadan sonra belim de
tutmaz oldu. Yoksa ben niye balıkçılık
yapaydım ki? İş aradım aylarca. “Sakatsın” dediler işe almadılar. Engelliyim, kontenjandan işe alın dedim,
“sapasağlam adamsın git başka yerde iş bul” dediler! Bir
gün asker arkadaşımın lokantada ikram ettiği şarabı önümde görüp adımı ayyaşa
çıkarttılar. Evlenecek oldum, “Sarhoşa
kız verilmez” dediler, vermediler. Halbuki
içkiyle aram hiç iyi değildi. Ondan
sonradır ki kahrına içmeye başladım bu zıkkımı.
Tanıdığım insanlar hep uzak durdu benden. Öyle
ya “parasız adam, yaramaz adam!”. Yani anlayacağın,
ben kimsesizim abi kimsesiz! Yakınım olan,
beni candan seven, bana tahammül eden bir
Kero Çavuş vardı şu dünyada, o da gitti be abi, o da gitti!
Suyun içine doğru yürüdü,
kıyıdaki balçık ayak bileklerini aşınca durdu, çamurun içine diz üstü çöktü, ellerini
gök yüzüne çevirdi, kollarını iki yana açtı ve bas bas bağırmaya başladı:
- Neler
neler diledim senden, hiçbirisini yapmadın.
Anamı aldın, babamı aldın, ablamı aldın, peki beni niye bıraktın
ki? En son bana gönderdiğin Çavuş’u da
geri alabileceğini gösterebilmek için
mi? Neden? Senin gücünden benim şüphem mi vardı? Neyi ispat etmek istiyorsun bana ya? Kerim emminin helvasını yemeyi şakadan
isteyince mi dileğimi yapmak aklına geldi, ha?
Al, benim canımı da al yaa! Sen
yukarıda teksin, yalnızsın diye kimsesizliğinin hıncını benden mi çıkartıyorsun yaaaa?
Boğazımda oluşan yumruk nefes
borumu tıkamıştı! Yutkunamıyordum. Yangına körükle gidiyor gibi olmamak için göz
yaşlarımı sakladım, içime akıttım. Kafam
öne eğik bir halde usul usul uzaklaştım oradan ve isyankar matemi ile baş başa
bıraktım Kero Çavuş’un Mehmealisini….
Adil Karcı - 22 Eylül 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder