GÜLÇİÇEK



GÜLÇİÇEK



 

Sabahları erken kalkan türdenimdir.  O sabah da erken kalkmış, elimde hala dumanı tüten “tarz-ı-hususi” kahvemle bir o balkona, bir diğer balkona çıkıp henüz tam şiddetini toparlayamamış olan  Adana sıcağını soluyarak klimasız ortamda güya temiz hava almaya çalışıyordum.   Elimdeki çay bardağına doldurulmuş Türk kahvesine baktım ve gülümsedim.  Birkaç yıl öncesine kadar,  çay bardağına konan kahveye  ben  de “Tarsusi” derdim,  ama yanlışmış.  “Özel tarzda Türk kahvesi” anlamına, fincan yerine çay bardağı ile ikram edilen kahveye Osmanlıca olarak “tarz-ı-hususi” denilirmiş, ki bu daha mantıklı geldi bana, zira yıllarca ikamet ettiğim Tarsus’ta ne bu tarzda sunulan ve ne de “Tarsusi” diye anılan bir kahveye rastlamamıştım.

Hala tatil ayında olduğumuz için, sokaklarda giden gelen okul servisleri olmadığından, sabahın erken saatlerinde koca mahallede çıt yoktu.   Birkaç serçe ile bol sayıda kumru sokakların ortasında dolaşarak   yiyecek arıyorlar, pilli oyuncaklar gibi bir o tarafa bir bu tarafa dönüp gaga sallıyorlardı.   Yerdeki kuşları seyrederken şöyle bir  gerilere gittim.  Çocukluk yıllarımda her yaştan erkek çocuğunun elinde bir “kuş lastiği” (sapan) bulunurdu.  Vuramasak bile, bir kuş görür görmez “Y” harfi şeklinde kesilmiş dal çatalına bağlı lastiği gerer, gerilen lastik şeridin ortasındaki meşin parçaya yerleştirdiğimiz yaklaşık fındık büyüklüğündeki bir taşı kuşa fırlatırdık.  Bu şekilde devamlı rahatsız edilen kuşlar da haliyle  insanlardan kaçarlardı.  Belki de ilkel bir avlanma içgüdüsü ile yapıyorduk bunu, kim bilir?  Neyse ki son yıllarda çocuklara o kadar çok okul uğraşısı verildi ki, bu tür yararsız aktivitelere zaman bulamaz oldular  ve sapanla kuş avlamak  unutuldu gitti.  Elbette bunun sonucu olarak  da kuşlar artık insanlardan kaçmaz oldular.  İstanbul’da çekilmiş olan eski filmlerde cami önlerinde veya parklarda insanların arasında dolaşan, onların ellerinden yem yiyen güvercinleri zevkle izlerdik.  Şimdilerde buradaki kumrular bize oradaki güvercinleri aratmaz oldular.  Bazen kaldırımda onların üzerlerine basmamak için gayret sarf etmemiz bile gerekebiliyor, o kadar yani.  İşin en güzel yanı da, dünün avcı çocukları bugün artık kuşları rahatsız etmemek için, yolun uzaması pahasına da olsa, rotalarını değiştirir oldular!

Ben balkonda kahvemi yudumlayarak bütün bunları düşünürken elinde uzun saplı bir faraş ve de bir sokak süpürgesi ile orta boylu, zayıf yapılı bir genç belirdi yolun başında.  Giydiği sarı renkli özel yelekten (ve de sırtındaki yazılardan)  belediyenin  temizlik işçisi olduğu anlaşılıyordu.    Bir saat kadar önce belediyeye ait döner fırçalı bir araç sokağı süpürmüş olduğundan,  yollar  hala temiz durumdaydı aslında.  Bezgin bir halde,  kaldırım kenarlarında arta kalan çöpleri bulup süpürmeye çalışan genç adam  bir o yana bir bu yana sallana sallana yol kenarında dizili duran, (kapatıp açması insanımıza zor geldiği için olsa gerek) kapakları devamlı açık bırakılan  üç büyük çöp konteynerinin önünde durdu, eğildi içlerini bir bir inceledi. İlginç bir şey  görmüş olmalı ki, elindeki faraş ve süpürgeyi önünde durduğu apartmanın bahçe duvarına dayadı ve konteynerin birisinin içerisine doğru eğilip yeşil renkli plastik bir top çıkarttı.  Önce bir evirdi çevirdi, inceledi ve sonra onu yere vurdu.  Top patlak değildi ve normal sekiyordu.  Ben de merak ettim, acaba bu sağlam topun çöpte ne işi vardı?  Belki de dersini ihmal eden bir çocuğun annesi kızmış, çocuğu bununla oynamasın ve tüm zamanını derslerine ayırsın diye kaldırıp o topu çöpe atmıştı.  Temizlik işçisi genç bir sağa baktı, bir sola baktı, emin oldu ki kendisini gören, izleyen kimse yok!  Halbuki arkasını dönüp yukarıya baksa beni görecekti ama bakmadı.  Sonra da topu ayağında sektirmeye çalıştı.   Defalarca denemesine rağmen, topu ayağında iki defadan fazla zıplatamamasına hayret ettim. Demek ki otuzuna yakın gösteren bu genç hayatında hiç top oynamamıştı!  Belli ki top oynamak onun içinde bir ukde olarak kalmıştı. Bir beş dakika kadar daha uğraştı, yine olmadı, bir türlü beceremedi.  Artık yorulmuş olmalı ki kaldırımın kenarına oturdu, topu tekrar eline aldı ve Hamlet’in o meşhur “Olmak veya olmamak…” sahnesini anımsatırcasına, dirseği dizine dayalı bir şekilde sol elinde tutmakta olduğu topa dikti gözlerini, uzun uzun baktı durdu.  Allah bilir ne düşünüyordu o an ve acaba ne hikayesi vardı anlatacak bu delikanlının?  “Her insanın hayatı bir roman” derler ya, işte bu genç insanın da mutlaka şimdiden oluşmuş bir romanı olmalıydı.  Tanışmalı ve öğrenmeliydim iç dünyasını.  Ben “Nasıl etsem de konuşsam onunla?” diye düşünürken,  o ayağa kalktı, elindeki topu önünde durmakta olduğu  apartmanın bahçesine fırlattı.  Ya “sonradan alırım” diye düşünmüştü, ya da bir çocuğun bulup oynamasını dilemişti bunu yaparken.  Kısacası,  o topu tekrar çöpe atmaya eli varmamıştı.

Elimdeki kahveyi zaten bitirmiştim, hemen üzerime bir şeyler giyindim ve sokağa indim.  Temizlik görevlisi genç  süpürge makinesinden yerde arta kalan izmarit, sigara jelatini, kağıt parçası gibi küçük çöpleri süpürmek üzere yavaş yavaş yürüyerek sokağın diğer ucuna varmıştı bu arada .  Civarımızdaki sokakların ince temizliğinden kendisi sorumluydu demek ki.  O tarafa yöneldim.  Yanına yaklaştığımda, tesadüfen oradan geçiyormuşum havalarında,

-       Kolay gelsin! dedim
-       Sağolasın emmi, dedi
-       Adın ne senin?
-       Hamit.  
Yürüme numarasına son verip önünde durdum.
-       Hamit, kusura bakma ama demin ben balkondaydım ve senin top oynamaya çalıştığını gördüm.   Sen çocukken hiç top oynamadın mı?

Yakalanmıştı!  Yere baktı, beyaz yanaklarındaki kılcal damarlar belirginleşti.  Zeytin siyahı gözlerini bakmakta olduğu noktadan ayırmadan,
-       Yok  oynamadım, dedi,  ve zorunluluk hissetmiş olmalı ki,
“Gavur işi bütün bunnar, bize göre diyel” dediler, kööde heç gimseye oynatmadılar, diye  kızgınlık taşıyan bir açıklama ilave etti. 
Babam bu laflara hep hurafe deridi amma o da köölüden çekindi herhal, o da oynatmadı.
-       Top oynamamış olmak ayıp değil ki, sıkma canını, dedim.  Hamit be, senin öğle paydosun saat kaçta?
-       Oniki bir arası, neye ki?
-       Bak saat onikide burada buluşalım, sana bir yemek ısmarlamak istiyorum, beraber hem yer hem laflarız.  Ben senin amcan sayılırım, utanmayı bırak da kabul et hadi, dedim.
-       Ne disem ki? Olur mu ki emmi?
-       Ne diyeceksin, “tamam” de!
-       Eh madem….

En son görüştüğümüz yere saat 12:00 gibi gittiğimde onu yere çömelmiş beklerken buldum.

-       Hadi, gidelim mi Hamit?
-       Eyi de emmi, bu züpürgeyi neyim needeceez?   Hem bu gıyafatınan lokantaya…. nasıl olur bilmem valla?
-       Bizim apartman karşıda, kapıcımıza emanet ederiz, hadi kalk.  Yeleğini de çıkartıp orada bırakırsın, olur biter.

Buluştuğumuz yerin sadece birkaç yüz metre  uzağında, göl kıyısında, tanınmış bir kebapçıya götürdüm Hamit’i.   Garsonun yemek öncesi getirdiği meze  tabaklarına hemen elini uzatmadı.  Sıcak ekmeğe tereyağı sürdüm, gelen tulum peynirinden elimle bir parça kopartıp ekmeğe sardım.  Hamit kendini rahat hissetsin diye de çatal filan kullanmadan ekmeğimi süzme yoğurda daldırdım yedim.   Nice sonra beni taklit ederek o da aynı şekilde birkaç lokma aldı, ama hala utanıp sıkıldığı belliydi.

-       Hamit, kimin kimsen yok mu senin?
-       Var emmi, Saimbeyli’nin  Gızılağaç (Kızılağaç) köyüngde  bir bilader var bizim, bir de anam var burada.  Anamınan galıyom Sofular’da.
-       Baban? 
-       O çoktan mefat etdi.
-       Ne iş yapardı?
-       Çitçilik, amelelik neyim yaparıdı.  Enşaattan düşmüş günlerden bir gün, tam iki hafta hastanide yattı idi.  Beyin ganaması mı neyim olmuşumış, gurtaramadılar, göçtü getti.
-       Abin ne iş yapar?
-       Babadan galma birkaç evlek tarla neyim var kööde, bilader onu eker biçer, zaman zaman bize de bir haçlık verir.  Aslında gendine de yetmez gazandığı ya, amma neyse işte.  Evli, iki de cocuk… Nasıl yettirsin ki?  Herşey ucuzkene babam bile yettirmeyip ameleliğe gider idi şehere, bu gadar bahalı zamanda o nasıl yettirecek ki?  
-       Kim derlerdi babana, tanır mıyım?
-       Sizin kimin beyler nereden danış çıkacak Gızılağaçlı Memet Sütveren ilen?
-       Sülalenin sütçülükle alakası var mıydı, yani soyadına göre…demek istedim?
-       Yok be emmi be!  Bu soyadı yüzünden babamın da benim de  başımıza gelmeyen galmadı zaati!
-       İşbaşı saatine daha epeyce vakit var, yemeği de bitirdik, çay gelir şimdi, hadi anlat sen hele.
-       Zemanında soyadı ganunu çıkmış ımış, kasabıya enip adını yazdırmayana beş lira ceza varımış.  Arkadaşlarıynan dedem doplanıp inerler Saimbeyli’ye, varırlar nüfus dairesine ki soyadı alsınlar.  Dedemin  aklında “Gülçiçek” gibi bir şey varımış soyadı olaraktan.  Memura yarangaçlık olsun deyi de goca bir şişe taze süt götürürmüş heybesinde.  Varıverince memurun önüne, şişeyi çıgartıp masaya goyarımış.  “Gülçiçek isteyom” diyiverecek olmuşumuş amma gonuşamamış, gızgın suratınan oturan memura bi tek laf deyememiş.   Adam birden gülmüşümüş ve önündeki kütük defterine yazıverirmiş “Sütveren” deyi.  Bir ufak kağıda da yazıp dedeming eline dutuşdururumuş bu soyadını.  Heç sesi çıkamamış dedemin, dönmüş köye gelmiş.
-       Eee sonra?
-       Sonra dedemi asgere almışlar ikinci sefer.  Ehtiyat olaraktan  yani.  Orada bir onbaşı “Lan Sütveren, başka ne vereyon?” deyinci, dedem dellenmiş, goca bir daşı onbaşının gafaya endirmiş.   Bir hafta gatıksız hapis yatmışımış.  Amma eyi de etmiş, bir daha seslenen olmamış, gorkmuşlar belli ki.  Babam da asgerde olsun, enşaatlarda çalışırkene olsun,  gaç defa vuruşmuş bu yüzden.
-       Peki senin başına böyle bir şey geldi mi?
-       Gelmez olur mu ya emmi?  Daha okula yeni gideyorum, benden biraz gaba oğlanlar başladılar demeye “Sütveren ne demek?  İnek demek!”   Bir iki ses etmedim, songra gözüme gestirdiğim bir denesinin burnunun üstüne endirdim zumzugu.  Beklemeyordu demek ki, dört dombalak attı zumzugu yeyinci.  Daha o doparlanamadan atladım çöktüm göösüne, vur Allah vur!  Bir doparlansa o beni döver idi amma heç fırsat vermedim.  Anca bi baktım ööretmen gulaamdan dutar galdırır beni, o da  bana vurur bir gaç tokat.  Olsun, bir daha inek deyemediler bana.  “İnek” gastederek “Sütveren” dediler demesine de soyadımı söyledi deyin de dövemem ki gimseyi?
-       Niye değiştirmediniz soyadınızı sonra?
-       Ne bilem?  Niye, soyadı denişir mi ki?

Zor güç büyük oğlunu evlendiren dul kadın, hele de  iki torunu olunca,  bakmış ki köydeki tek göz odalı ev  artık dar geliyor ve herkes bir arada olmuyor, küçük oğlunu yanına alıp  Adana’ya gelmiş.  Önce, kenar mahallelerin birisinde oturan uzaktan bir akrabalarında kalmışlar birkaç gün, daha sonra ahırdan bozma bir ev kiralamışlar ucuza.  Annesi başlamış köy ekmeği yapıp satmaya.  Bu arada da rica-minnet, mesleksiz oğluna  bu temizlik işini bulabilmişler.  Geçinip gidiyorlarmış annesi ile ama artık evlenmek de istiyormuş Hamit.
-       Emmi benim asıl adım Hamdullah.  Hep Hamit deyin çağırıllar beni.  Ben doğuncu Babam dedemin adını vermiş bana, Hamdullah demiş.  Hasta olurumuşum güççüğükene hep.  Hocaya götürüp kitaba baktırırlarmış.  “Bu isim ağır geliyor bu oğlana, bundan sonra Hamit deyin” demişimiş hoca emmi.  Odur budur adım Hamit.   Nüfus kaadım ben beş yaşındaykene çıkmışımış amma babam yine de Hamdullah yazdırırımış, babasının adı yerde galmasın deyi. 
Gülümsedim;
-       Ee Hamdullah?  Var mı bir gelin adayı bari?
Yine sabahki gibi kızardı.  Düşünür gibi biraz duraksadıktan sonra,
-       Var, dedi.  Anam onun anasıynan gonuşmuş.  Onlar da Gozan’ın bir köylüğünden göçmüşler şehere.  Verimkar da olmuşlar gızı amma Gurban Bayramında gelin isteyin derlerimiş.
-       Peki kızın gönlü var mı sende?
-       Bakışıyok ara sıra, var demek herhal!
-       Eeee Hamdullah, hayırlı haberi bize de verirsin zaar!  Elimden geldiğince yardımcı olurum, evimi biliyorsun, ara sıra bir uğra, dedim.  Nikah şahidi lazım olursa bana söyle, tamam mı?
Bu arada gelen ikinci çaylar da bitmişti, kalktık.  Birisi ile dertleşmiş olmanın mutluluğu vardı yüzünde.  Bir müddet sessizce yürüdük.  O anlattıklarını, ben dinlediklerimi hazmetmeye çalışıyorduk sanki.   Bizim apartmanın kapıcısına emaneten bıraktığı  eşyalarını geri alırken:
-       Emmi be, dedi.  Sen bana bi eyilik yapacaasan, şu soyadı nasıl denişir onu bi yol öğren hele.  Benim nikahtan önce sildirek bu soyadını yazdırak yenisini.  Allah nasip eder, benim de bir oğlum olursa, heç olmazsa o dövüşmesin argadaşlarıynan!
-       Ne yazdıracağız ki peki?
-       Gülçiçek!


Adil Karcı
Adana, 28 Ağustos 2014





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder