BİCİ BİCİ - KARSAMBAÇ



GAZ OCAGI

OPTIMUS-GAZ-OCAGI__56597393_0
BİCİ BİCİ – KARSAMBAÇ
 -        Buuuzlu biiiciiiii, karsambaaaç….

Bicici Cemal  dört bisiklet tekerleği üzerine monte edilmiş olan tablasını yavaş yavaş iterken başını bir sağ tarafa bir sol tarafa döndürüp bağırarak sokağın her iki yanındaki evlere geldiğini ilan ediyordu:

-        Buuuzlu biiiiciiiii….

-       Bicici Cemaaal, oğluum, iki tane yap ama şekeri bol olsun!
      Gelen geçen hiçbir seyyar satıcıyı boş geçirmeyen Hamide Hanım evinin penceresinden iki tane yirmibeşliği Bicici Cemal’e uzattı.  İki tane yirmibeşlik demek iki kase bici bici demekti, karsambaç istemiş olsa, bir yirmibeşlik iki karsambaça yeter de artardı bile.
      Bicici Cemal’e hiç kimse  adı veya soyadı ile hitap etmezdi.  Tek ismi vardı adamın; o da “ Bicici Cemal”.  Henüz orta yaşlarda olmasına rağmen saçları oldukça seyrekleşmiş olan Cemal’in temiz bir görünümü vardı ve pörtlek denecek kadar iri kahverengi gözleriyle insanlara her zaman gülümseyerek bakardı.  Evi bizden epeyce uzakta olduğundan, önce kendi muhitindeki  sokakları gezer, ancak öğlenden sonra bizim semte gelebilirdi.  Zaten gün boyu Adana’nın sarı sıcağından bunalan insanlar da bici ve karsambaçı ikindi vakti yerlerdi genellikle.
 -       Sende onbeş kuruş var mı?  Bende on kuruş kaldı…. dedi Cinik Salih.
-       Valla bende de on kuruş var, dedim.  Lık lık Mahir’de 5 kuruş var mıdır ki?
-       Oohooo,  o harçlığını sabahtan bitirdi, hem zaten evde değil şimdi, dedi Cinik.
 Bici bici (ki biz kısaca hep “bici” derdik) yemek için en az yirmibeş kuruş gerekiyordu ve çoğu zaman almaya paramız çıkışmıyordu.  Bicici Cemal yirmibeş kuruştan aşağıya bici satmadığı için genelde biciyi iki çocuk ortak olarak alırdık.  Şimdi sadece yirmi kuruşumuz vardı ve “Yirmi kuruşluk verir misin” diye sormayı da gururumuza yediremiyorduk.  Eğer bici alacak bir ortak bulamazsak cebimizdeki  on kuruşlar ancak birer “karsambaç”a dönüşebilirdi.
 Çok sonraları diğer adının “kar helvası” olduğunu öğrendiğim karsambaç sadece Adana’ya özgü bir şey değildi.  Hemen hemen her Toros köyünde, kasabasında ve şehrinde yaz aylarında bolca tüketilen serinletici bir tatlıydı.  Karsambaç yapmak için her şeyden önce ya kış aylarında mağara kovuklarına doldurularak biriktirilmiş gerçek kar,  ya da rendelenmiş buz gerekirdi.  Çuvallar içerisine sıkı sıkı doldurulmuş olan kar, çuvalın ağız tarafından bir metal kaşık yardımı ile sıyıra sıyıra kalaylı bakır bir tasa doldurulur, üzerine meyve şerbeti veya pekmez dökülür ve kaşık kaşık yenirdi.  Bu anlattığım gerçek karsambaçtı.  Halbuki bizim bildiğimiz karsambaç sadece rendelenmiş buz, bici boyası karıştırılarak koyu kırmızı renge boyanmış su, pudra şekeri ve gül suyu ile yapılan karsambaçtı.  Damak tadımız buna alışmıştı ve ilerideki yıllarda müşerref olduğumuz meyve şerbetli, pekmezli gerçek karsambaça pek pas vermedik. Bici bicinin karsambaçtan  olan tek farkı ise içinde şekersiz, beyaz renkli pelte küpçükleri olmasıydı.   
 Bicici Cemal Hamide Hanım’ın  bicilerini hazırlıyor, biz de gözlerimizi onun ellerine dikmiş ustaca yaptığı hareketleri seyrediyorduk.  Önce tepsinin üzerindeki ıslak tülbentin yarısını açtı, sonra daha önceden dilimlenmiş olan biciden sigara paketi  kadar bir parçayı sol elinin avuç içerisine aldı, diğer elindeki ince bir bıçağı kullanarak yatay-dikey hareketlerle bici kalıbını önündeki cam kaseye iri iri zar taneleri halinde döktü.  Tablasının yan kenarına sabitlenmiş olan buz kalıbının üzerindeki bezi kaldırdı, küçük bir marangoz rendesi ile “hırş, hırş, hırş….” sesleri üreterek buzu rendeledi, rendeyi baş aşağı çevirip tezgahın kenarına vurmak suretiyle rendenin oyuğunda birikmiş olan buzları avucuna aldı ve bici kasesine, muntazam bir yarım küre görünümü vererek,  doldurdu.  Onun üzerine dört-beş tatlı kaşığı pudra şekeri, onun üzerine bici boyalı su ve sonra da birkaç damla gül suyu… Kasenin ortasına da bir tatlı kaşığı sapladı ve işlem tamam!
 Hamide abla ve kızına bici bici, bana ve Cinik’e yutkunmak düştü!  Okul zamanı olsa, cebimizde yirmibeş kuruşumuz  olurdu ama yazın harçlıklar on-onbeş kuruşu geçmezdi.   Hayır, yanlış anlaşılmasın, Cinik de ben de annelerimize gidip biraz daha harçlık alabilirdik.  Alırdık almasına da…… “bici yiyeceğiz” diyemezdik, zira her ikimizin annesi de hapır-hupur buz yememize izin vermezlerdi!  Biz yine de kaçamak yapar, ya ara sıra harçlıkları birleştirir bici yerdik, ya da şahsi bütçemize göre onar kuruşluk birer karsambaçla yetinirdik. 
 Yirmibeş kuruşu denkleyip bici alamamak canına tak etmiş olmalı ki, yanımıza gelip bizimle beraber  Bicici  Cemal’ı seyreden  Malak Macit:
 -        Lan gelin biz de kendi bicimizi yapalım! deyiverdi.
 Salihle bakıştık.  Fikir hiç de fena değildi.
 -        Hem çocuklara  da satarız!  dedim.
-       Aboo, he lan!  On kuruştan satsak….  HBütüBbbütün çocuklar alır lan valla! dedi Cinik.
 Üç ortaklı şirketimizin temeli atılıvermişti o anda…  Biciciden uzaklaşırken imalatımızı nasıl yapacağımızı tartışmaya başladık.  Öyle ya, aslında bici bicinin nasıl yapıldığını hiçbirimiz bilmiyorduk.  Karar verdik; ilk iş annelerimize bicinin nasıl yapıldığını soracaktık, sonra harçlıkları birleştirip malzeme alacaktık.  Bu da projemizin hayata geçmesi için üç-dört gün gerektiği anlamına geliyordu.  Olsun, sabırlıydık.
 İki gün sonra bicinin nasıl yapıldığı konusunda hepimiz az çok bilgi edinmiştik.  Kolaydı; bir tencere, bir tepsi, biraz nişasta ve biraz da su… o kadar!
 Cinik Salih ile ilkokula aynı sınıfta başlamış ve bir daha hiç ayrılmamıştık.  Kendisini öncelikle çok temiz olduğu için severdim.   Kış günü bütün çocuklar  “şorrik, şorrik” diye burunlarını çekip  ellerinin tersi ile silerken Salih mendiline sümkürürdü.  Sınıfımızdaki, beyaz yakaları kolalı, her iki cebinde birer beyaz mendil olan yerli malı kumaştan yapılma önlükleri ütülü, saçları her zaman traşlı ve taranmış olarak okula gelen birkaç çocuktan birisiydi.  (Söylemesi ayıp, ben de karnesine “Pekiyi” den başka bir not yazdırmayan bu “öğretmen gözdesi” gurubun bir üyesi, hatta lideriydim).  Zeki bakışlı Cinik Salihin pırıl pırıl parlayan yeşil gözleri, kısa kesildiği için sarı kadifeyi andıran altın rengi saçları vardı ama beden yapısı olarak çelimsizdi ve bu nedenle de kendisine Cinik lakabını takmıştık.  Okuldaki dokunulmazlığımız sadece öğretmenimizin “çalışkan öğrencileri” olduğumuzdan kaynaklanmıyor olabilirdi, bu konuda Cinik Salih’in bizden iki sınıf ilerde olan ve hiç de “Cinik” olmayan abisi Ercan’ın da birazcık(!) payı olabilirdi yani….
 Gereken malzemelerden en kolayı nişastaydı, zira her bakkal dükkanında vardı.  Ama pudra şekeri ve bici boyası?  Onun da kendimize göre çaresini bulduk.  Hamide Hanım’ı razı ettik, Bicici Cemal’den biraz toz bici boyası isteyecek ve bize verecekti.  Cemal onu kıramazdı, çünkü mahalledeki en iyi müşterisi Hamide Hanım ile onun obur kızıydı.
Pudra şekerinin nerede satıldığını bilmiyorduk.  Bicici Cemal’e sorduğumuzda ise  “çarşıda” deyip kestirip atmıştı.  “Çarşı”???  Oraya kendi başımıza gitmek ne haddimize?  Neyse, onun da kolayı vardı;  Hemen hemen her evin demirbaşı olan kahve değirmeni!  Toz şekeri değirmende çekip pudra şeker yapacaktık.  Nitekim yaptık da… her ne kadar tam pudraya benzemedi ise de….
 Malzemeler tamamlandı, ben evden kalaylı bakır bir tepsi getirdim, Cinik bir tencere getirdi, hepsini Malak Macit gilin avlusuna serdiğimiz bir sofra örtüsünün üzerine dizdik.   En müsait yer burasıydı, çünkü o gün Macit’in annesi evde yoktu.  Avlunun en dip tarafında bir ev, ortada avlu, arsanın sokağa bakan tarafında is Macit’in babası Bakkal Şaban’ın dükkanı…  Yani biz imalathanemizi ev ile dükkan arasına kurmuştuk.  (Eskiden bakkal dükkanları şimdiki gibi kiralık değildi, ya evin önüne,  ya da ev iki katlı ise, yola bakan alt kata yapılırdı). 
 Her şey tamam ama ateş yok!  O ana kadar bunu hiçbirimiz düşünmemiştik.  Neyse canım o da kolaydı, Macit’in annesi evde olmadığı için gaz ocağını rahatlıkla kullanabilirdik.  Ama olmadı!   Meğerse Bakkal Şaban amca, evin mutfağındaki işi bittiği zaman gaz ocağını dükkana getirir kendisine çay demlermiş!  Salih çare bulmakta gecikmedi;
 -        Bizim evde epeydir kullanılmayan bir tane gaz ocağı var!  dedi ve fırladı.
 Getirdiği toz-pas içindeki gaz ocağı bizim evdeki pırıl pırıl “Optimus”a  benzemiyor ve görüntüsü ile de hiç güven vermiyordu, ama tek çaremiz de oydu.  Gaz ocağının pompasını kontrol ettim, çalışıyordu.  Gaz fışkırtma memesi de yeni görünüyordu ama haznesinde hiç gaz yoktu.  Onu da Macit halletti, babasının dükkanında gazyağı da satılıyordu ve yan yatırılmış musluklu fıçı dükkanın içerisinden (dolayısı ile babası tarafından) görülemeyecek bir noktadaydı.   Hemen boş bir şarap şişesinin yarısını doldurdu geldi, onu da gaz ocağının haznesine boşalttı.  Vay be, bu defa da ispirtoyu unutmuştuk!
 Son yıllara kadar (ve köylerde hala) bakkal dükkanlarının raflarındaki cam şişelerde mavi ispirto satılırdı.  İspirto genellikle gaz ocağının başının altındaki oluklu halka şeklindeki tablaya dökülür ve yakılarak başın ısınmasını sağlardı.  Bu gerekliydi, çünkü pompalanarak “meme”deki bir toplu iğne ucunun giremeyeceği kadar ince delikten yukarıya fışkıran gazyağının, başın boru kanallarından geçerken buharlaşması lazımdı ki gazyağı basınçlı ve kuvvetli olarak yanabilsin.  İspirto bulunamadığında, bu oluklu tablaya gazyağı dökülür ve başın ısınması böylelikle de sağlanabilirdi ama ocağın her tarafı da kapkara is olurdu, haliyle!.  Eh ne yapalım, ispirto yoksa biz de öyle yapacaktık;  başı gazyağı yakarak ısıtacaktık.  Yaktık, yaktık….    Gaz ocağının etrafında toplanıp seyrediyoruz, baş ısınacak biz de pompalayarak ocağı yakacağız…   Sonra tencereye su koyacağız, (ne kadar konması gerektiğini bile bilmeden) nişasta karıştıracağız, sonracığıma karışım sertleşince onu tepsiye döküp soğutacağız….  Daha sonra, Şaban Amca’dan yarım kalıp buz alacağız, ben marangoz olan babamın rendelerinden birisini yürütüp getireceğim, ayrı ayrı evlerden getirdiğimiz ikişer adet cam kaselere bicileri doğrayacağız….  Üzerine kubbe şeklinde rendelenmiş buz, onun üzerine kendi imalatımız pudra şekeri, onun üstüne bici boyalı su ve de Hoca Hediye teyzeden ganimetlediğimiz gül suyu!   Yeme de yanında yat, işte bici böyle  olur be!  “
 “Ne haber Bicici Cemal?  Sen hala on kuruşa bici satma bakalım.    Mahallenin,  hatta öbür mahallenin ve hatta Adana’daki bütün mahallelerin çocukları bizim bicimizin müşterisi olsunlar da sen gör!”  diye hülyaya dalmışken Macit’in:
 -        Anaaaa!  Kaçın lan kaçın bu ocak patlayacak!  feryadıyla kendimizi  tam siper bahçedeki  curunun arkasına attık. (curun: genellikle su tulumbasının önünde, kenarları yerden birkaç karış yüksekte, kare biçiminde küçük havuzdur, ki burada biriktirilen su bahçe sulamasında vs. kullanılırdı).
 Gerçekten de gazocağı bir alev topuna dönüşmüştü ve hatta alevler ocağın etrafında halka halka büyüyordu.   Haliyle üzerine malzemelerimizi dizdiğimizi örtü de tutuşmuştu ve şirketimizin ilk hammaddeleri gözümüzün önünde yok oluyordu. 
 -       Kovanız nerede lan Macit?  dedim,  çabuk söndürelim şunu, bak curunda su da var.
Tam ayağa kalkıyorduk ki gazocağından hırıltıya benzer garip garip sesler gelmeye başladı. Biz tabii ki yine tam siper!
Aradan on saniye bile geçti geçmedi yan taraftaki evden bir figan koptu:
-        İtfaiyeyi çağırın komşular!   Şaban emminin evi yanıyooooooo!
O zamanlar mahallede bir adet telefon bile yok ki itfaiyeyi çağırasın.   İtfaiye ancak dumanı görürse gelir, yoksa bisikletle gidip haber vermen gerekir, ki bu durumda da gelmeleri yarım saati geçer!
 Ama o yardımlaşma yok mu,  o eski komşu yardımlaşması?     Bir anda avlunun içerisinde onbeş-yirmi kişi oluşuverdi, kimisinin elinde ıslak battaniye, kimisinde su kovası, kimsinde kürek kürek kum….  O yangın orada söndü sönmesine de, biz üç ortağın içindeki yangın yeni başlıyordu.
 -        Kim yaktı lan bu ocağı burada?  diye gürledi Şaban amca.  Mavi gözleri daha bir çakmak çakmak olmuş, kaşları Feridun Çölgeçen misali havaya kalkmış, korkunç korkunç bakıyordu bize.   Satmadık birbirimizi, aynı anda üçümüz birden;
-       Ben!   dedik.    
-       Ne halt etmeye kendi başınıza iş yaptınız lan veletler, dedi komşulardan Diyap Amca, biraz da sevecen bir tonda…
-       Bicici Cemal on kuruşluk bici satmıyordu, biz de kendi bicimizi yapacaktık, dedi Macit, yere baka baka…
 Meğerse Salih’in getirdiği gazocağının haznesinin dibi delikmiş ve gazyağı sızdırdığı için kullanılmıyormuş.  Nereden bilebilirdik ki?
Bize büyük bir felaket gibi görünen bu yangın olayı o kadar önemli bir şey olmamış olmalı ki herkes Macit’in cevabına kahkahalarla güldü.  Tahminlerimizin aksine, kulağımızı bile çeken olmadı.  Macit’in evi bizimkilere epeyce uzakta olduğu için  bu olay orada yerel olarak kaldı ve Salih ile benim anne-babalarımız bu olaydan hiç haberdar olmadı.  Yani, kısacası; yırttık!
 Birkaç gün sonra bizim yaşamımız yine normale dönmüştü , yine evlerin sokağa düşen gölgelerinde kulle, birdirbir gibi oyunlarımıza
devam ediyorduk ki Bicici Cemal’i duyduk:
 -         Buuuuzluuu biiiiciiiiiiii,   on kuruşa da vaaarrrr!
 Bizim kulaklarımızı çekmeyenler  Bicici Cemal’in kulağını çekmiş olmalıydılar!
Adana, 25 Ağustos 2013
ADİL KARCI

BİCİ BİCİ HAZIRLANIŞI
Soğuk su ve nişastayı bir tencereye koyalım,hiç pürüz kalmayacak şekilde karıştırıp orta ateşte yanan ocağa alalım, muhallebi kıvamı alana kadar hiç durmadan karıştıralım, pişen muhallebiyi ıslatılmış bir tepsiye 2 parmak kalınlığında olacak şekilde dökelim ve soğuması için buzdolabında en az 6 saat bekletelim.  Diğer yandan soğuk suya bir çay kaşığının ucuyla gıda boyamızdan bir kahve fincanıda gül suyundan koyup buz dolabına kaldıralım.
Nişastalı muhallebiyi kaselere küçük kareler halinde keselim üzerine hazırladığımız kırmızı suyu ekledikten sonra karsambaç ve pudra şekeri ekleyip servis yapalım.
 
 
AFİYET OLSUN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder