BİR ZAMANLAR

adana2
BİR ZAMANLAR…

Bir zamanlar (kapıyı iki kere çalar mıydı pek hatırlamıyorum ama) postacı kapıyı bir şekilde çalardı  ve mektup getirirdi bize.  Kimi zaman zarfın bir kenarını yırtar, kimi  zaman ince bir bıcak ile zarfı açar ve alel acele mektubu çıkartır, merakla okumaya  başlardık. Bize mektup gönderen insanın ellerinin değdiği o kağıdı özenle katlar, zarfına koyar ve tekrar okunmak üzere çekmeceye kaldırırdık.   Şimdi?  Akıllı telefonlar, iPad’ler, laptoplar postacı oldu, zarf oldu, email’ler, Whatsup’lar, mesajlar vesaireler de mektup! 

Her sabah yaptığım gibi bu sabah da, adı geçen cihazlardan birkaç tanesi bir elimde kahvem diğer elimde, (250 gram kadar olsa da) Adana Baraj gölünün manzarası görünen evimin camlı balkonuna çıktım, gelen elektronik postalara bakacağım.  O da ne?   Güzelim göl de arkasındaki tepeler de görünmez olmuş!  Biz Adana’da sis denilen tabiat olayına pek alışık değilizdir; her taraf bembeyaz bir bulut içinde ve tüm manzara kayıp!   Eskiden olsa, fotoğraf çekmek için tekrar balkondan içeriye gireceksin, fotoğraf makinesini (yerini hatırlayabilirsen) bulacaksın, pili boş mu dolu mu kontrol edeceksin sonra gelip resim çekeceksin…  Üşenirdim ve zahmet olur diye vaz geçerdim herhalde. Ama şu telefonlar hakikaten akıllı be arkadaş.  Neye ihtiyacın varsa o oluveriyorlar.  Hemen göl tarafındaki sis görüntüsünü telefonla resimledim.  (Sis kalktıktan sonra aynı noktadan çektiğim resimle beraber ikisini de ekte göreceksiniz).  Sonra balkondaki çepeçevre camlardan bir tanesini açıp serin nemli havayı zevkle teneffüs etmeye başladım.  Aşağıda, yol kenarında, sisten dolayı  silueti bile zor görünen bir çocuk  dikkatimi çekti.  Sabahın o saatinde, hamal misali sırtında koca bir çanta ile okul servisini bekliyor…  Anne-babasından kimse yok yanında.  Büyük bir ihtimalle, onlar çoktan işe gitmişlerdir ve bu garibim de erken erken evden çıkmak zorunda kalmıştır.  Ayakta uyuyormuşçasına yerinden kıpırdamadan çeyrek saatten fazla bekledi bekledi ve gelen okul servisine bir robot gibi bindi gitti.

Bir zamanlar, bizim ilkokul yıllarımızda, sabahçı-öğlenci diye iki ayrı gurup ders görürdü okullarda.  Sabahçı isek, öğlen annemizin pişirdiği yemeğimizi evde yer, hemen ardından oyun oynamak için dışarıya fırlardık.   Mevsimine göre, erkek çocuklar olarak birdirbir, uzuneşek, fırındak (topaç), çelik çomak, bilye, kovboyculuk gibi oyunlar oynar, akşam da yorgun argın ders çalışmaya otururduk. Kızlar ise dışarıda ip atlama, seksek türünde oyunlarla vakit geçirirler,  çoğu zaman da bez bebeklerini alır birbirlerine güya misafirliğe gider, evcilik oynarlardı.  Yani, bu oyunlarla farkında olmadan kızlı-erkekli gelecekteki hayatımıza hazırlanırdık.  Öğlenci gurubunda isek, bu oyunlara sabah kahvaltısından sonra başlardık, yine öğlen yemeğimizi evde yedikten sonra okula giderdik.  Şimdilerde bakıyorum da, çocuklar sabahın köründe işe gider gibi evden çıkıyorlar, akşam eve dönüş saatleri ise belli değil.  Neden mi?  İş sadece okula gitmekle bitmiyor da ondan.  Bu devirde talebe isen, okuldan çıktıktan sonra bir de dershaneye gideceksin.  Bitti mi?  Nerdeee?  Dersaneden geleceksin, ana ya da baba, “hadi otur da öğretmeninin verdiği ödevleri bitir” diyecek.  Herkes televizyon başındayken, istemeye istemeye odana çekilecek, belki de hayatta hiç lazım olmayacak yüzlerce bilgiyi ezberlemeye çalışacaksın.  “Tamam ödevlerim bitti” diyerek televizyondaki bir dizinin ya da bir yarışmanın birkaç sahnesine bakayım desen, “Hadi doooğru yatağa!  Yarın deneme sınavın var, uykusuz kalma” diyecekler.  Oyun olarak bütün şansın, eğer varsa, tablet veya bilgisayarda yapay oyunlar oynamak olacak!  O da, hafta sonu değilse eğer,  kaçak-göçek olarak tabii ki.   Okulda, dershanede, evde, hep dört duvar arasındasın. Yine şansın varsa sabah kahvaltısını evde yaparsın.  Yoksa;  simit ayrana talim!  Öğlen zaten yemekhaneye mahkumsun, çıkan yemekleri ise elindeyse beğenme!   Eğer imkanları varsa ve yıllık izinleri birbirine denk düşerse, yaz aylarında ana-baban tarafından birkaç hafta tatile götürülürsün.  Ama yine hür değilsin, zira sınavlara hazırlanmak için  günün belirli saatlerinde bir odaya kapatılma  ihtimalin yine var! Yaz tatilinde bile, olabildiğince fazla sayıda, beş cevap seçenekli soru çözmek zorundasın.  Bu da “çocukluk” mu be! 

Bir zamanlar evlerimiz kalorifer veya klima ile ısıtılıp soğutulmazdı. Adana karlı-buzlu kışlar yaşamadığından, kömür sobası pek kullanılmaz, kış günleri genellikle odun sobası yanardı evlerde.  Sizin odun sobanız var mıydı bilmiyorum ama bizim vardı.  Sabah uyanırsın, orta yerde “lap-lap-lap” sesleri çıkartarak yanan bir saç soba,  üzerinde cızır cızır sesler çıkartan bakır bir çaydanlık ve de içeriye yayılmış mis gibi bir kahvaltı kokusu… “Kahvaltının da kokusu mu olur?” demeyin.  Beyaz peynir, zeytin, yumurta, tereyağı, bal ve çay… öyle bir kokar ki…. (Ya da hepsinin o zamanlar iştah açıcı tabii bir kokuları vardı da sonradan yok oldu).  Soba yandıkça ısınır, ısındıkça da kıpkızıl olurdu.  İşte bu noktada sobayı dönük tarafının yanmaya başladığını hissedersin ve bu nedenle  soba yandıkça sen de imamın feneri gibi fır fır dönmek zorunda kalırsın. Ya da sobanın hava deliğini kapatacaksın ki yanması yavaşlasın ve  biraz soğusun.  Evet, kalorifer de yoktu, ısıtıcı klima da… ama donup ölmedik de yani.

Bir zamanlar kuru fasulye her konuda nimetimizdi.  “Kendini kuru fasulye gibi nimetten sanıyor” derlerdi ya, doğruymuş, kuru fasulye hakikaten nimetmiş.  (Şimdiki fiyatları da bunu ispatlıyor zaten.  “Bu fasulye iki buçuk liraaaa” diye bir türkü vardı o zamanlar, şimdi on lirayı aştı). Pişirildiğinde, pilav eşliğinde sofraya gelir, zevkle kaşıklanırdı.  Gaz yaparmış, yapmazmış, kimin umuru?  Hatta bir de kuru soğan kestin mi yanına… “yeme de yanında yat”!  Ama kuru fasulye demek sadece yemek değildi bizim için.  Hepimizin çantasında kaputbezi veya patiskadan yapılma beyaz bir kese olurdu ve içerisinde sayı ile 50 adet kuru fasulye tanesi bulunurdu, ama bir yüzü yassı olsun ve yuvarlanmasın diye, yatay şekilde ikiye kırılmış olarak.  Sayı saymayı kuru fasulye taneleri ile öğrenirdik, yan yana dizerek harfleri yazmayı da…  Yani hem abaküs görevi yapar hem de tebeşir olurdu yerine göre.  Kerratları ezbere bilmeyen ise matematikten kat’iyen geçemezdi.  Ne oldu?  Tabletimiz, elektronik tahtamız, hesap makinemiz, bilgisayarımız yok diye okumayı mı sökemedik, hesap yapmayı mı öğrenemedik? 

Bir zamanlar boynumuzda bir ip olurdu.  Kolye misali, içinden ip geçirilmiş bir silgi sallanırdı ortasında.  Bol bol yanlış yapar, bol bol da silerdik. Kalem arkasındaki silgi mi dediniz?  O çok sonraki yıllarda piyasaya çıktı  ve o ufacık silgi de çabucak  biterdi.  Boynumuzdaki koca silgi ile, yaza sile, yaza sile doğruları sindire sindire öğrendik biz. 

Bir zamanlar kalem açacaklarımız da vardı.  En çok da onu kaybederdik, zira boynuna assan olmaz, cebinde taşısan düşer, çantana koysan sınıfta çıkartması zor.  Üçerli üçerli, omuz omuza oturduğumuz tahta sıranın üzerine koyardık “kalemtraş”ları ve hangimizinkinin bıçağı daha keskin ise onu kullanırdık sonuçta.  Kalem kutuları çok daha sonraları çıktı piyasaya ve kalem-açacak-silgi taşıma alışkanlığımız da böylece kolaylaşmış oldu.

Bir zamanlar okul servisleri de yoktu.  Uzak veya yakın, okula yaya gidilirdi.  Aynı mahallede oturan çocuklar aynı okula giderlerdi.  Şimdilerde “öğretmenleri iyi” diye isim yapan okullara rağbet fazla olduğundan, ana-babalar çocuklarını, gitmesi servisle bile saatlerce süren, uzak okullara yazdırmak için ne numaralar çekiyorlar bir bilseniz!   Rağbet gören okulun olduğu mahallede oturuyor görünmek için,  o mahallede oturan bir tanıdığın elektrik ya da su aboneliğini üzerlerine alıyorlar, üzerinde isimleri yazılı faturayı  ikametgah belgesi gibi okul müdürüne  sunup çocuklarını o okula kaydettiriyorlar.  Bütün bu hengame küçücük bir çocuğun hergün birkaç saatini yolda kaybetmesine değer mi acaba? Bilemiyorum.

Tabii ki bugünkü teknolojik nimetlerden vazgeçemeyiz.  Bugünkü konforu bırakıp çocukluk günlerimizdeki hayata hangimiz dönmek ister?  Herşey yaşandığı devire göre güzel, ama nedense o “yokluk dönemi” olarak tanımlanabilecek günlerde büyük küçük hepimiz içten gülebiliyorduk.  Belki de hayattan fazla beklentimiz olmadığından, gelecek korkumuz da  yoktu.  Zengin ile fakir arasındaki yaşam makası da bugünkü kadar açık değildi.  Kısacası zengin de mutluydu (kısmen de olsa)  fakir de…

Konfordan vazgeçip o zamanki yaşama geri dönmeyi istemesek de, “bu hisler sadece nostaljik“ diye önemsemesek  de, sisler arasındaki çocukluk günlerimizi bölük-pörçük hatırladığımızda  burun direklerimiz nasıl da sızlıyor değil mi?  Bu sızıyı duymamızın nedeni acaba geriye gelmeyecek  olan o çocukluk ve gençlik yıllarımızı kaybettiğimiz için midir, yoksa gerçekten o zamanki yaşam tarzının daha iyi olduğu için mi? Ne dersiniz?

19 Şubat 2014 – Adana
 adana1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder