- Valla Hüseyin amca ancak otuz lira biriktirebildik. On lirasını da Bayramdan sonra versek olmaz mı? Ha? N’olur amca yaa?
Hüseyin amca, ellisini
geçtikten sonra insanların “yaşlı “ sayıldığı, insan ömür ortalamasının
ülkede elli yedi yaş civarında olduğu 1950’li yıllarda (atmış yaşını
çoktan geride bırakmış olmanın farkındalığı ile) “yaş atmış, iş bitmiş”
tekerlemesini hiç dilinden düşürmez, “dünya malı dünyada kalır”
felsefesini benimsemiş olarak da hiçbir çocuğun veya hayvanın bahçesine
girmesine kızmazdı. Eşi Hacer hanımı birkaç yıl önce kaybetmesi
sonucunda kendisine artık büyük gelen iki katlı evini kiraya vermiş,
oldukça büyük olan portakal bahçesinin bir kenarına yeni yaptırdığı,
banyo, mutfak ve tek odadan oluşan düzayak bir kerpiç evde kalmaya
başlamıştı. Hiç çocuğu olmamıştı. Evlendikten sonra yaşlı ana-baba ve
küçük kardeşlerine de bakmak zorunda kalmış olması nedeni ile yaşamaya
mecbur olduğu acımasız yılların alnında bıraktığı çizgileri daha da
derinleştirecek şekilde kaşlarını kaldırır, söylenen her şeye önce
hayret etmiş gibi bir ifade ile “yaaaa öyle miiii?” diye karşılık verir
ve konuya olan ilgisini bu şekilde belirttikten sonra da gülümseyerek
sürdürürdü konuşmasını. İşte şimdi de Cinik Salihe:
- Yaaa, öyle miiii? dedi, çok hayret edilecek bir şeyi duymuşçasına…
- Valla öyle, Allah çarpsın ki başka paramız yok!
- Dur hele dur dur,
Allah’ı karıştırma işin içine, bu ticaret evladım, elbet bir çaresi
bulunur, niye çarpılacakmışsın ki? dedi, her zamanki gibi hayret
nidasından sonra yüzüne yerleşen o sevecen gülümsemesi ile.
Tek başına yaşamaya
başladıktan sonra, bahçesindeki bakımsız portakal ağaçlarının altında
yetişen türlü türlü yabani otlardan faydalanarak koyun yetiştirmeye de
başlamıştı Hüseyin amca. Önce birkaç kuzu alarak başlattığı koyun
yetiştiriciliği işini birkaç yıl içerisinde bir sürü oluşturacak kadar
büyütmüştü. Her yıl koyunlarının bir kısmını damızlık olarak seneye
bırakıyor, diğerlerini Kurban Bayram’ı öncesinde satıyordu. Böylece, ev
kirası, koyun satışı derken geçinip gidiyordu.
Bir yıl önceki Kurban
bayramında bizim “Atos, Portos ve Aramis” üçlüsü (yani bendeniz, Cinik
Salih ve Lıklık Mahir) el öpme turuna çıkmış ve bu arada Hüseyin amcanın
da ziyaretine gitmiştik. Amacımız ondan şeker veya harçlık kopartmak
filan değildi. Bahçesine girip portakallarını yememize izin verdiği
için manevi borcumuzu ödemek ve saygımızı sunmak istiyorduk kendisine,
hepsi o kadar… Çocukların kendisi ile bayramlaşmaya gelmesine alışık
olmayan adamcağız da zaten hazırlıksız yakalanmıştı ve bize ancak
kolonya ikram edebilmişti. Derslerimizi filan sordu önce. Lıklık
Mahir, her yıl “sınıf sonuncusu” olmak gibi bir ünvana sahip olduğundan,
bu soruya cevap verme tenezzülünde bulunmadı, biz ise tevazu gösterip
“fena değil” diyerek konuyu geçiştirdik. “Afferin evlatlarıma!” dedi
Hüseyin amca, sanki kendisi okul yolu tepmiş veya okula çocuk göndermiş
gibi… Sonra, hoşumuza gider diye de bizi bahçede otlayan damızlık
koyunlarının yanına götürmüş ve onları sevmemize izin vermişti. Ayrıca
her yıl başkalarından da kuzu satın alıp sürüsüne katıyormuş. Laf
olsun diye de, kuzuları kaça aldığını, büyüttükten sonra kaça sattığını
filan anlattı bize. Birşeyler ikram edememenin ezikliği ile bizi kapıya
kadar geçirdi ve yolcu etti. Daha adam ardımızdan kapıyı henüz
kapatmıştı ki Cinik aniden durdu ve,
- Duydunuz mu lan? Adam kırk liraya aldığı kuzuyu bir sene sonra 120 liraya satıyormuş!
- Eee, bize ne bundan? dedi Lıklık.
- Bize ne olur mu
olum? Biz de bir tane kuzu alsak, büyütsek, Kurban Bayramında satsak,
aha sana birer tane üç tekerli! (Üç tekerlekli bisiklet).
- Hadi lan. Kolay mı sanıyon sen koyun beslemeyi?
- Bizim evin
bahçesi var. Sizin de var. Adil gilde de var. Lan her birimiz. birer
hafta baksak… böl lan elli ikiyi üçe!
“Elli iki” ile bu “koyun besleme” işi arasındaki alakaya akıl erdirmeye çalışan Lıklık gayri ihtiyari saymaya başladı:
- Bir kere üç üç, iki kere üç altı, üç kere üç dokuuuzz…..
- Lan yeter be sana
kerrat cetvelini say demedik! Valla Muzaffer öğretmene söyliycem, sana
verdiği iki yerine sıfır versin de matematikten sınıfa kal!
- Yaa uzatmayın, elli iki üç kere onyediden biraz fazla yapar, diyerek kısa kestim.
- Tamam işte, dedi Salih, her birimiz onyedi hafta bakarsak bu iş tamamdır!
- Kuzuyu nereden alacağız?
- Hüseyin amcadan!
- Lan o kuzu satmıyor ki, yetişkin koyun satıyor. Hadi sattı diyelim, ya parası?
- Onu da önümüzdeki sene ilkbahara kadar biriktireceğiz!
İşte, beklediğimiz o
ilkbahar gelmişti ama kırk lira yerine toplam otuz lira
biriktirebilmiştik ve kendi kendimize gelin-güvey olarak Hüseyin amcanın
karşısına dikilmiş ondan bize bir kuzu satmasını istiyorduk!
- Yahu çocuklar,
kuzuyu ben bu sene kırkbeş’ten aldım. Şimdi size otuzu peşin, onu
vadeli, kırka satarsam, benim bu işten kazancım değil zararım olur!
Hiçbirimiz bunu hesap etmemiştik. Üzgün üzgün arkamızı dönüp yürürken,
- Durun hele uyanık
celepler! Size otuza bir kuzu veririm ama benim de şartlarım var.
Durduk, kendisine doğru döndük ama bizde hala surat beş karış…
Kaybolmuş umut ve hayal kırıklığı meselesi…
- Bakın, şimdi otuz
lirayı bana vereceksiniz. Ben de (eliyle yeni gelen kuzuları
göstererek) bunlardan istediğiniz bir tanesini size verecem. Kuzunuz
burada kalıp diğerleriyle beraber otlayacak. Ammaaaaa, satış zamanı
bana otuz lira daha vereceksiniz ve her Pazar buraya gelip sürüye siz
mukayyet olacaksınız! Ben o gün akşama kadar Tarsus’taki bacıma
gidecem. Annaştık mı deyyuslar? Bulutun ardından çıkan güneş misali,
yüzümüzde güller açıverdi;
- Annaştık! dedik hep bir ağızdan.
Nasıl sevinmeyeydik ki?
Hem kuzuya bakma yükü kalkmıştı üzerimizden, hem on lira daha
biriktirmek zorunda değildik, hem de satışı Hüseyin amca yapacaktı!
Piyangoydu bu be, büyük piyango!
O zamanlar okullarda
sabahçı ve öğlenci olarak her gün iki tedrisat yapılırdı ve bir öğretim
yılında da yaz tatilden başka iki ara tatil olurdu, yani yılda üç kere
karne alırdık. Kuzuyu aldığımızda son kısa tatile girmiştik ve dönüşüm
sistemi gereği tekrar sabahçı olmuştuk. Okul tekrar açıldıktan sonra,
öğlenden sonraki zamanımızın çoğunu kuzucuğumuzun yanında geçiyorduk ve
ara sıra verilen bir ev ödevi olursa onu da gece yapıyorduk. Bizim
ilkokul yıllarımız kitap-defter hamallığı ile geçmedi. Okula severek
giderdik ve isteyerek öğrenirdik. Herşey sınıfta başlar, sınıfta
biterdi. Okuma yazma öğrendiğimiz ilk yıl hariç, bize nadiren ev ödevi
verilir ve okul dışında oyun oynayarak sosyal gelişimimizi sağlamamıza
fırsat tanınırdı. Dersane, hoca, etüt vs. gibi şeyler hiç yoktu, zira
gerek de yoktu. Yaz tatilinin sonuna doğru, Adananın sarı sıcakları
hala sürerken bir sabah serince bir “okul rüzgarı” ile uyanırdık.
Adına “poyraz” dendiğini sonradan öğrendiğimiz bu kuru rüzgar
okullarının tekrar başlama müjdesini de beraberinde getirirdi. Tuhaf
bir heyecan kaplardı içimizi… Pır pır etmeye başlardı küçücük
kalplerimiz, çünkü tekrar okulumuza, sevgili öğretmenimize ve de yaz
tatilini şehir dışında geçiren arkadaşlarımıza kavuşacaktık, az şey
miydi bu? Yeni şeyler öğrenmek mi? Onu zaten zorlanmadan ve farkında
varmadan yapardık. Öğrenmek herhangi bir oyun gibi zevkli gelirdi bize.
Oybirliği ile seçmiş
olduğumuz kar beyazı kuzumuz kısa bir zaman sonra bize iyice alışmıştı.
Artık biz onun peşinden koşmuyorduk, o bizi takip ediyordu. Hatta
zaman zaman otlamayı bırakıp sürüden ayrılıyor, biz ağaçların arasında
“elim sende” oynarken aramıza katılıyor ve bize tos vuruyordu. Adını
da “Tostos” koymuştuk bu nedenle.
O yıl sene sonu
karnelerimizi almış, sınıfımızı geçmiş, yaz tatiline girmiştik ve artık
günler, haftalar, hatta aylar boyu hürdük. Hüseyin amca bize her ne
kadar “Pazar günleri sürüye siz bakın” demiş idi ise de biz haftanın
yedi günü bahçedeydik! Satın alındığında zaten biraz büyük olan
kuzumuz geçen zaman içinde daha da büyümüş ve Hüseyin amcanın
tanımlaması ile, “bir yaşını devirmiş toklu bir koç” olmuştu. Ama her
şeyin de bir sonu vardır, degil mi yani? O yıl Kurban bayramı Ağustos
ayının başına rast geliyordu ve biz bu kurban olayını çoktaaan
unutmuştuk!
Kuzumuzdan ayrılacağımız
gün yaklaştıkça midemize giren kramplar da sıklaşır olmuştu. Nasıl
ayrılacaktık biz Tostos’tan? Ama üç tane üç tekerlinin düşüncesi ağır
bastı sonunda ve gelecek paracıkları hayal edip teselli bulmaya
çalıştık. Beklediğimiz haber bayramdan üç gün önce geldi; Tostos tam
yüz elli liraya satılmıştı! Çık otuzu, ne kaldı geriye? Tastamam 120
kağıt! Üç tane üç tekerli rahat rahat alınırdı ve hem hiç el
değmemişinden ve hem de dolma lastikli değil, şişme lastiklisinden!
Amma da hava atacaktık mahalledeki diğer çocuklara! Üç tane yepyeni üç
tekerli… Ya yan yana, ya da art arda, turla dur mahalleyi…. Heyt be!
- Ben kırmızı alacam, dedi Lıklık Mahir.
- Ben beyaz, dedim. Salih’in sarı istediğini ise baştan beri biliyorduk.
Sapsarı kafaya da sarı bisiklet yakışırdı zaten!
- Ben babama
söylemiştim, dedi Salih, Kolbaşılar satıyormuş. (O zamanlar Adana’daki
belki de tek beyaz eşya mağazası Kolbaşılar idi). Otuz sekiz liraya
vereceklermiş. Zili yok ama geriye kalan iki liralarla da zil alır
takarız.
- Ben zil almıycam,
dedi Lıklık, “vatvadi” alacam. (Arkası lastik topa benzer, sıkınca
hava üfleyerek öten küçük manuel bisiklet kornası).
Bisiklet alma işini
“yarın sabahki ilk iş” olarak karara bağlayıp paranın hepsini babasına
teslim edilmek üzere Salih’e verdik ve evlerimizin yolunu tuttuk. Akşam
yemek faslı bittikten sonra odama çekildim ve kuğu gibi beyaz
bisikletimin hayaline daldım. Bu bisiklet yağlanmak da isterdi değil
mi? Kalkıp koştum babama;
- Baba, senin tüfek yağların bisikleti de yağlar mı?
- Yağlar yağlamasına ama bazı yerlerine gres yağı gerekir.
- Gres ne ki?
- Kalın bir yağ, şekerlenmiş bala benzer. Hele sen şu bisikleti al, gerisi kolay.
Attım yine kendimi
yatağa, daldım yine mali hülyaya… İçim de bir burukluk yok desem yalan
olur, zira bisikleti her düşündüğümde Tostos geliyor aklıma, bir de
kurban olarak kesileceği gerçeği… yani öleceği! O tarafa dön, bu
tarafa dön uyku tutmuyor! Gözlerimi kapattıkça Tostosun ışıldayan
gözlerini görüyorum karanlıkta ve de onların yavaş yavaş kapanışını
sonra sönüşünü… Ölüyor Tostos! Bir daha “meeeee” dememecesine… Bir
daha nefes almamacasına! Yarın varsa bile öbür gün dünyada olmayacak
işte o Tostos, hani o ellerimizle ot yedirdiğimiz Tostos var ya, işte o
Tostos bir daha arkamızdan koşamayacak artık, bir daha tos vuramayacak
bize!
Boğazımdaki düğüm
sonunda dayanamayıp çözülüveriyor ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başlıyorum, sesim duyulmasın diye yüzümü yastığa gömüyorum, kesintisiz
akan gözyaşlarımla cımcılık ıslanan yastığı alt üst çevirmek zorunda
kalıyorum. Öyle ya, ben bir erkeğim ve de “erkekler ağlamaz” değil
mi?
Ağladığımı duymamalı hiç kimse!
Uykusuz bir gecenin
sonunda Salih’lerin bahçesinde buluşuyoruz ama ne buluşma… Gözler kan
çanağı gibi, burunlar kıpkırmızı…. Konuşmaya takatimiz yok,
bakışmamız yetiyor zaten birbirimizi anlamamıza ve koro halinde,
salya-sümük başlıyoruz ağlamaya! “Erkekler de ağlar lan, var mı bir
diyeceğiniz!” isyanı ile, her zamankinden daha da beter ağlıyoruz.
- Git lan al babandan parayı, Tostos’u geri alalım, diyebiliyorum zorlukla.
- Ben de onu diyecektim, diyor Salih ve kapıdan içeriye koşup bir solukta
parayı getiriyor.
Koşuyoruz, koşuyoruz…. Kurtarmalıyız Tostos’u. Hayat memat meselesi bu,
saniye hatta salise bile kaybetmemeliyiz!
Nefesler hıçkırık olmuş
boğazımızda, çalıyoruz Hüseyin amcanın kapısını, küçük avuçlarımızın
ortasını tahta kapısına pat pat pat vurarak… Açıyor kapıyı,
- Hüseyin amca, biz Tostos’u geri almak istiyoruz!
- Yaaa, öyle miiiii? diyor Hüseyin amca her zamanki hayretiyle ve sonra yine gülümseyerek,
- Sattık ama onu! Ne olacak şimdi? Geri almak için en az elli lira fazla vermek gerekir satın alan adama.
- Olsun, biz bayramda harçlık toplar öderiz, n’olur Tostos kesilmeden alalım hemen!
Bir kahkaha patlatıyor Hüseyin amca. Bozuluyoruz. Ne yani, biz Tostos’un canından bahsediyoruz, adam gülüyor be!
- Gelin benimle,
diyor gülmesi bitince. Bozuk bozuk takılıyoruz peşine ve evinin
arkasına dolanıyoruz, ki bir de ne görelim? Tostos orada bağlı!
Hayvanın üstüne öyle bir atlıyoruz, boynuna öyle bir dolanıyoruz ki,
zavallının iki ön ayağı bükülüyor, diz üstü düşüyor. Ama o da mutlu,
biz de! Bu defa da mutluluk gözyaşları süzülmeye başlıyor
yanaklarımızdan ve Tostos’un melemesi zedelenmiş ruhumuza merhem gibi
geliyor.
- Ben onu zaten
satmadım, damızlık ayırmıştım, diyor Hüseyin amca. Varın gidin
bisikletlerinizi alın hadi. Geçen bayram da size bir şey ikram
edememiştim, bayram hediyem olsun bisikletler. Tostos’u yaylaya
göndereceğim bir ay kadar ama geriye gelecek, o zaman her gün
gelip istediğiniz kadar seversiniz. Haa, içiniz de rahat olsun, kendi
eceli ile ölene kadar burada kalacak, hiç kimseye satmayacağım onu!
Kurban Bayramınız hem Tostos’lu hem de “üç tekerli” olsun!
14 Ekim 2013-Adana
Adil Karcı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder