KEMMUNLU NOHUT

fotograf 1
“Biliyleee biliyleee, kimyonuylee tuziyleeee” diye Tarsus-Mersin’li nohutçular gibi şiirsel bir slogan bulamamış olmalılar ki, bizim Adanalı nohutçulardan bir tanesi (bir tanesi diyorum, çünkü mahalleye gelen iki ayrı nohutçu vardı)  “Tuuzluuu kemmunnluuu kaynanmiş nohiiiit”, diğeri ise “Kaynamış nohuuut, tuzlu kemmunlu nohuuuut”  diye bağırırarak satış yaparlardı. Evet, bizimkiler şiirsel yönden kabiliyetsiz olabilirlerdi ama, haklarını yememek lazım, çok kültürlüydüler çoook!   Zira  her ikisi de “kimyon” demez, “kemmun” derlerdi.  Eee….  İngilizcede “kimyon” nasıl denir?  “Cummin” ya da “cumin” değil mi?  İşte bizim nohutçular “kemmun” dediklerine göre, İngilizceyi bilenlerin parmakla gösterildikleri o devirde İngilizce kelime kullanıyorlardı, n’aber!  Tahsilli ve kültürlü olduklarını göstermek için daha ne yapsınlardı yani?
Mustafa otuzlu yaşlarda gösteren, temiz görünümlü, konuşması düzgün, güler yüzlü nohutçumuzdu bizim.  Sol koluna taktığı emaye kovasıyla o sokak senin bu sokak benim dolaşırdı mahallede ve de genellikle birkaç saat içerisinde nohudunu satar bitirirdi.  
- Kııız, Şahziyeee, masanın üstündeki tasa elli kuruşluk nohut al.   
- Biraz fazla aliim mi abla?  Acıcığını da biz yeriz, ha?
- Kız yeter, yeteer!  Zaten dolmaya bir avuç koyacam, kalanı bize yeter.  Geçende otuz kuruşluk aldıydım, dolmaya fazla bile geldiydi.
Kaynamış nohut satanlar sadece çor-çocuğa beş on kuruşluk satış yapmak için dolaşmazlardı sokaklarda sabah akşam.  Asıl müşterileri ev kadınlarıydı.  Adana’da etli dolmanın içerisine mutlaka nohut da konurdu. Annem İstanbullu olduğu için başlarda pek sıcak bakmamıştı bu olaya ama sonradan o da etli patlıcan dolmasına nohut koymaya başladı. Zeytinyağlı dolmalarda kuş üzümü, etlilerde ise nohut, nane ve koruk ekşisi….  Biraz yağlıca koyun kıyması ile yapılan bu etli patlıcan dolması pek de güzel olurdu hani, hele de Adana yöresine özgü bir lokmalık küçük taze patlıcanlarla yapılırsa!  Siz hiç böyle bir etli patlıcan dolmasını ıslatılarak yumuşatılmış sac ya da tandır ekmeğine sıcak sıcak sarıp yediniz mi?  Yemediyseniz, bu lezzeti size anlatabilmem çok zor.
 fotograf 2
O zamanlar nohutçuların asıl müşterileri ev kadınlarıydı.  Öyle ya, bir iki avuç haşlanmış nohut için saatlerce gaz ocağı mı yanarmış?  Ver yirmi-otuz kuruşu, al sıcak sıcak nohutu!   Buzdolabı hiç kimsenin evinde yoktu o devirde.  Yani kaynatıp buzlukta saklama imkanı yok.  Konserve? Sadece sardalya balığı  bulunurdu bakkallarda konserve olarak, şimdiki gibi her türlü zerzevatın konservesi neredeee o zamanlar?    Ama, “haşlanmış nohut bulamam” diye de hiç kimse endişe etmezdi,  zira günde iki defa kaynamış nohutçu geçerdi sokaktan.
İkinci nohutçumuz aslında hem ev kadınları için hem  de biz çocuklar için “yedek nohutçu” idi.  Mustafa’dan nohut alma şansını kaçıranlar veya Mustafa’yı bekleyecek zamanı olmayanlar “Nohutçu Abdülaziz emmi”den alışveriş ederlerdi.  Kısaca kendisine “Aziz emmi” diye hitap edilen Abdülaziz’in hiç değiştirmediği pejmürde kıyafeti biraz itici gelirdi mahalleliye.   Altında rengi atmış siyah bir şalvar, üstünde artık krem rengine dönüşmüş beyaz bir gömlek ve onun üzerine giydiği kırçıl bir yelek, kafada da Nuh Nebi’den kalma bir kasket…  Kış geldiğinde ise tek değişiklik yeleğin üzerine giydiği kahverengi bir ceket olurdu.  Uzun geldiği için kolları çemrenmiş, etekleri neredeyse dizlerine kadar inen bu üç beden büyük ceketi de kendisine birileri vermiş olmalıydı mutlaka.
-  Aziz emmi, bu sabah yanlışlıkla dedenin ceketini giymişsin gene!  diye takılanlara,
- De get işine be!  der kestirir atardı.
Bir de, hiç yüzü gülmezdi Aziz emminin.  Mecbur olmadıkça da konuşmazdı üstelik.  Mahalle büyüklerinin aralarındaki konuşmalarından duyduğumuza göre gençliğinde (ki kendisini tanıdığımızda elli yaşından fazla gösteriyordu) bir ağa çocuğuymuş Abdülaziz.   Elbistan’ın bir köyünün tümü bunun ailesinin malıymış.  Bıyıklarının terlemeye başladığı delikanlılık yaşlarında iyi at binermiş ve köyler arası yarışlarda da nam salmış aldığı birinciliklerle.  İşte bir gün civardaki bir köyün  yarış alanında gezinirken  kendilerine bitişik  köyün  afet güzeli Zeliha’sı  ile karşılaşmış. Hani derler ya “yıldırım aşkı”, işte aynen öyle vurulmuşlar birbirlerine o anda.  Gel gör ki iki köy arasındaki toprak anlaşmazlığından dolayı sürüp giden husumet girmiş bu sevdalıların aralarına…(aynen Türk filmlerindeki gibi).  Kan davasına dönüşmek üzere olan bir ortamda, birbirinin gölgesine kurşun sıkan bu aşiretler arasında kız alıp-vermek de ne demek?  Bu tutkusundan vazgeçiremeyeceğini anlayan  Abdülaziz’in babası, oğlunun cebine bolca para koyup askerlik sonrası köye dönmemesini sağlamış.  Önce İstanbul’da sürtmüş bizim Aziz bir müddet, sonra orada yapamamış, köye dönmesi de yasaklandığı için, İstanbul’da tanıdığı bir arkadaşının önerisi üzerine Adana’ya gelmiş. Rivayet ederler ki epeyce  baba parası batırmış İstanbul kumarhanelerinde ve baba ölüp  para musluğu da kesilince pahalı  İstanbul’u terk etmek artık kendisi için kaçınılmaz olmuş.  Adana’ya geldikten bir müddet sonra, evinde kiracı olarak oturduğu dul evsahibesi ile evlenmiş ve de hiçbir mesleği olmadığı için  nohutçuluğa başlamış.   Kılık kıyafetinin dökülen görüntüsünden midir, yoksa kendisi aksi bir adam görüntüsü verdiğinden midir bilinmez, mahallenin köpekleri de sevmezlerdi  onu.  Normalde hiç kimseye  seslenmeyen köpekler, Aziz emmiyi gördüler mi hep bir ağızdan hav-hav korosuna başlarlardı!
-  Lan abi, dedi bizim Kıvırcık Hanifi, sabah on duluşluk aldıydım Aziz emmiden, yemedim bak.
Artık ıslanmış ve yumuşamış leblebi külahının içerisindeki soğumuş, buz gibi olmuş nohutlara bakan kan kardeşim Salih,
- Niye yemedin ki lan?  Bari bize verseydin de sıcakken yeseydik dümbük!
- Yok abi ben yemek için almadıydım zaten.  Şimdi Mustafa abiden de on duluşluk alacam, götüyüp Nebahat ablada dayttıyacam.
- Niye ki lan?  Deli misin nesin?
- Abi, bu Aziz emmi hep az veyiyoy.  Hem baydağı güccük, hem de tam dolduymuyoy.
Bunca zamandır alış-veriş yapan ne biz çocuklar ne de mahalleli bunu hiç düşünmemiştik.  Ama, olur mu? Olur!   Nohutçular bardak hesabı ile satarlardı nohutlarını.  Bizim nohutçuların ikisi de su bardağı kullanırdı ölçek olarak ama hangisinin bardağının büyük, hangisinin bardağının küçük olduğunu sorgulamak aklımıza gelmemişti.
“Kaynamış nohuuut, tuzlu kimyonlu nohuuuut”  nidası tam da zamanında geldi bizim sokağa.  Mustafa abiye doğru seğirten Hanifi’nin arkasından “paran var mı?” diye seslenecek oldum, Salih,
- Dün akşam dayım gil geldi, küçük diye  hep ona harçlık verdiler, artık büyüdüm diye bana vermediler, onun parası bol bugün, bırak karışma!  dedi ve beni durdurdu.
Nohutçu Mustafa’nın bir de hüneri vardı, ki belki de o nedenle biz çocuklar hep ondan nohut almak isterdik.  Gazete kağıdı kullanmaz, suya daha dayanıklı olan eski mecmua (dergi) sayfalarından yapardı leblebi külahlarını ve içerisine koyduğu sıcak nohutları hoplatarak tuzlar ve kimyonlardı.  Ama ne hoplatma!  Kağıttaki bütün nohutlar önce havaya uçuşur, sonra döner dolaşır külahın içerisinde buluşurlardı.  Bir tanesi bile yere düşmezdi!  (Aynı hareketi yapmaya çalışırken aldığımız nohutun yarısından çoğunu yere dökmüşlüğümüz çok olmuştur).  Hanifi’nin aldığı nohutların külahtan havaya çıkışını, tekrar külaha girişini yine hipnotize olmuş gibi seyretmeye başladık.  Mustafa sağ eliyle hoplatmayı yaparken sol eli ile de bir defasında tuz, ikincisinde kimyon serpiyordu nohutların üzerine.  Kimyonlama ve tuzlama işlemini bu  şekilde yaparak her bir nohut tanesinin tuzdan ve kimyondan eşit şekilde nasibini almış olmasını sağlıyordu.  Aziz emmide bu hüner yoktu.  Külaha yukarıdan aşağıya biraz tuz biraz “kemmun” serper veriverirdi adamın eline.
 fotograf 4
- Tartıp da ne yapacaksınız?  dedi bakkal Melahat abla.  Bakkal dükkanı babasınındı ama genelde Melahat bakardı dükkana ve biz çocuklar onunla daha iyi anlaşırdık.
- Handisi daha çok onu annayacık, dedi Kıvırcık. 
Tek altın dişini göstere göstere gülen Melahat ablamız;
- İyi bakalım,diyerek Mustafadan alınan nohut dolu külahı terazinin bir  kefesine koydu,   sarı sarı gramları da teker teker öbür kefeye dizmeye başladı.  
- Bu yüzseksen gram geldi, ver öbürünü.
Melahat abla nohutun neminden ıslanarak iyice eprimiş olan Aziz’in külahını büyük bir dikkatle terazinin kefesine koyduysa da nohutların külahı patlatıp kefenin içine dağılmasına engel olamadı.  Nohutların yenmeyecek hale gelmesine üzülen bakkal ablaya;
- Ossun, ossun, zayayı yok, zaten tayttıktan sonya onu atacaktık, dedi Hanifi. 
Beklediğimiz sonuç gecikmedi; tam yüz otuz gram!  Yani Mustafa’ın “on duluşluk” nohutundan elli gram eksik!  Sonucu duyunca biz iki abi aptallaştık.  Nasıl olmuştu da bu küçük oğlan kadar kafamız çalışmamıştı!
Kara haber çabuk duyulur derler.  Bu olayı büyük küçük bütün mahalleli öğrendi kısa zamanda.  Ama, biz çocuklar “Aziz emmi sen artık bittin, kimse senden nohut almaz” diye düşünürken, büyükler hiç de fazla etkilenmiş görünmüyorlardı.  Hatta babam duyduğunda “Aziz efendinin nohutları “koçbaş”.  Ne kadar iri olduğunu fark etmediniz mi  hiç?  Tabii ucuz olmaz.”  dedi.  Bu varlık içinde yaşayıp da sonradan düşmüş ağa çocuğuna arka çıkıyordu babam resmen!  Ya acıyor ya da saygı duyuyor olmalıydı.  Nice sonraları öğrendim ki, hiç kimse ile konuşmayan Aziz emmi babamla  sohbet de edermiş meğer.   Nadiren konuştuklarını duyduğumda ise birbirlerine “efendi” sıfatı ile hitap ettiklerin fark etmiştim. Küçükken  bilmiyordum ve bu ahbaplığa bir mana veremiyordum, fakat daha sonra öğrendiğime göre babamın sülalesinin de  şimdiki  Adana Barajı gölünün orta yerinde, şu anda suyun altında kalmış olan, Bayramhacılı adında bir köyleri varmış. Baraj yapılırken sülalece  o güzelim köylerini terk edip şehre göç etmeye mecbur kalmışlar.   Eh babam da bir ağa çocuğu ya, “sarhoş sarhoşu meyhanede bulurmuş” misali onlar da Aziz emmi ile birbirini Adana’da bulmuşlar   ve müşterek geçmişleri dolayısı ile de uyuşabilmişler.
Babam her ne kadar koçbaş-moçbaş diye izah ettiyse de, büyükler her ne kadar üzerinde durmadılarsa da biz çocuklar aldatılmış olmayı hazmedemiyorduk ve  Aziz emmiye karşı bir şeyler yapmalıydık.  Ama ne yapabilirdik ki?  Zaten biz hiçbirşey yapamadık ama mahallenin köpekleri yaptı!
 Aziz emmi sigarasını bir kere yakarken bir kere de atarken eline alırdı. Ağzının sol kenarına konuşlandırdığı sigarasından nefes çeker, ağzının sağ kenarından dumanını üfler, taa bitinceye kadar da sigaraya dokunmazdı.  Kumarhane alışkanlığı olmalıydı bu;  iki eli iskambil kağıtlarıyla meşgulken bir de sigarayla mı uğraşacaktı yani?
 “Kaynanmişş nohiittt” derken bizim Sarıbaş hırlayarak yattığı yerden fırladı ve Aziz emmiye doğru koşmaya başladı.  Sarıbaş  bizim en sevdiğimiz mahalle köpeğimizdi.  Okul kitaplarındaki “Karabaş” isminden esinlenerek “Sarıbaş” adını vermiştik ona, çünkü tüy rengi siyah  değil açık kahverengi-sarı arasındaydı ve alnında sapsarı bir leke vardı.  Her ne kadar özel  kulübeleri filan yoktuysa da, bu sahipsiz köpeklere bütün mahalle sahip çıkardı ve her birisi bir evin bahçesinde kendisine barınacak kuytu bir yer bulurdu.  Çocuklarla olan yakınlığından dolayı ise Sarıbaş’ın özel bir statüsü vardı, hem de sadece insanlar nezdinde değil, diğer köpekler arasında da!   Aziz emmi üzerine gelen köpeği uzaklaştırmak için nohut kovasını yere koydu, yerden bir taş aldı ve Sarıbaş’a doğru fırlattı.   Biz dört çocuk yolun kenarından bu olayı izliyorduk ve bu nohutçunun en gözde köpeğimize taş atmasına çok kızmıştık.  Neredeyse biz de yerden taş alıp Aziz emmiye atacağız, o kadar yani!   Tam o sırada Sarıbaş’ın, sipsivri dişlerini göstere göstere, hırçın bir tonda havlamasını duyan “taallukatı” (aile fertleri ve akrabaları) yolun dört bir yanından sökün etmeye başladılar.  Kime ve neye havladığını bilmeden, sadece başkanlarına destek amaçlı rastgele havlarak bulunduğumuz yere doğru koşan beş köpek bizim sokağa girince Sarıbaş’ın canlı hedefini gördüler  ve yallah hep birlikte adamın üzerine!  Aziz emmi ortada, altı köpek etrafında…  Adam bir o tarafa, bir öbür tarafa “hoşt-moşt” deyip bir o yana, bir bu yana dönerken az önce yere koymuş olduğu nohut kovasına çarpıp devirmez mi?   Nohutlarını yere dağılmış gören Aziz emmi o an resmen çıldırdı!  O sessiz adam bir bağırmaya başladı ve köpeklere bir saldırdı ki görme gitsin!   Adamın narasından hem biz hem de köpekler korktuk.  Bizim Sarıbaş ve kahraman tayfası korkudan dörtnala kaçtılar.  Aziz emmi hırsını alamamış, susmaz ki  ne susmaz!   O kızgınlıkla hala içerisinde biraz nohut kalmış olan kovaya da bir tekme savurdu ve artık hepsi yere saçılmış olan nohutların ortasına oturup bir sigara yaktı, yine sigarayı dudaklarına sıkıştırarak ve yine sol köşeden sallandırarak…    Hala göğsü kalaycı körüğü gibi şişip inerken mahalle büyükleri geldiler yanına.  Derken, çor-çocuk, kadın-erkek çepeçevre bir halka oluşturduk etrafında.  Önce “oh olsun” diyen biz çocuklar bile acımıştık adamcağızın haline.  Biraz sonra ruh hali sinirlilikten ağlamaklı duruma geçen Aziz emmi;
- Tam da bugün otuz bardak sipariş almiş idim.  Hayır pilavı yapacağlar imiş. Burdan ora gidip nohiti vereciidim.  Avret de haste, yeniden nohit de gaynetemez bugün!  Hele ki bi de söz vermişem! diye sızlanırken,  arkalardan bir ses;
- Al benim nohuttan götür. Hem senden para da istemem, başka  bir zaman sen de bana verirsin.
Nereden, ne zaman ve nasıl yanımıza geldiğini fark edemediğimiz nohutçu Mustafa abiydi bu.  Rakibine yardım eli uzatıyordu.  Çemberi yarıp Aziz emminin yerde yan yatmakta olan kovasını aldı, yirmibeş-otuz adım ötedeki mahalle çeşmesine kadar yürüdü, kovayı çalkaladı,  getirdi ve kendi kovasındaki  dumanı tüten nohutun yarısını ona boşalttı.  Sonra da hiçbirşey olmamışçasına, Aziz emmi olayı dolayısı ile boşalmış olan evlerin sıralandığı sokakta satış yapamayacağını bile bile, her zamanki edasıyla,
-  Kaynamışşş nohuuut, tuzluuu, kemmunlu nohuuut…  diyerek sokak boyunca yürüdü gitti.
Büyükler aralarında konuşurlarken “insanlık ölmemiş” lafını ara sıra onlardan duyardık, ama “ölmemiş” denilen o insanlığı bu defa “duymamış”, gerçekten “görmüştük”,  boğazımızı tıkayıp nefes almamızı engelleyen bir duygu eşliğinde…
Adil Karcı
Adana, 06 Ekim 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder