KAHRAMAN KALAYCI
İncecik esmer boynunun üstüne oturtulmuş orta boy bir bal kabağını andıran başıyla, her zaman birbirine karışmış haldeki saç-sakalıyla, kara-kuru, orta boydaki sıska bedeni ile Kalaycı Yunus “nev-i şahsına münhasır” diye tasvir edilebilecek değişik görüntüye sahip tiplerden birisi idi. Muntazaman ayda bir defa bizim mahalleye uğrar ve “kalayı gelmiş” ya da “bakırı çıkmış” tabir edilen kap kacakları kalaylar, ayna gibi pırıl pırıl yapar giderdi. Kalaylı bakır bir kap, eğer içerisinde sıvı yokken yüksek ısıya maruz kalmamış ise, bir seneye kadar tekrar kalaylanma gerektirmeyebilirdi. Bu nedenle de kalaycının mahalleye ayda bir defa gelmesi yetiyordu. İşinin sürekliliğini sağlayabilmek için ise seyyar kalaycımız civardaki köylere, kasabalara ve hatta diğer büyük şehirlere de gider, oralarda da mesleğini icra ederdi.
- Kalaycı geldi, kalaycııııı… Bakır tencere, bakır sahan, bakır tepsi, bakır leğen kalaylıyoruuuumm… Kalycı geldiiii, kalaaaycıııııı……
- Oğlum Yunus, dedi Hamide teyze, tencereleri kaça kalaylıyon?
- Valla abla tenceresine göre, küçükler yüzelli, büyükler ikibuçuk.
- Bunu da iki buçuğa kalaylan mı?
- Aman abla be, o tencere değil, o kazan be! İki buçuk lira kullanacağım kalayın parasını bile karşılamaz. Beşten aşağı olmaz be ablam.
- Bak, üç liraya kalaylıyosan kalayla, yoksa bırak kalsın.
- Senin canın sağ olsun be ablam. Hiç para verme istersen, gene kalaylarım. Ama gel bunu dört yap be abla, biz de eve ekmek götürüyoz yaa…
- Tamam hadi olsun, ama bak, üç günde kalayı giderse bir daha bu mahalleye gelme annadın mı? Zaman içerisinde mahalleli ile yüzgöz olmuş olan Yunus sırıtarak,
- Yok be abla, benim kalayımın en az dört gün garantisi var, valla billa üç günde bir şey olmaz!
- Bennen alay etme lan, şimdi ben seni de ananı da öyle bir kalaylarım ki…..
Ben, kan kardeşim Salih, Bakkal Şaban’ın oğlu Malak Macit ve de yan komşunun kızı taydaşımız Lütfiye, yeni yapılacak bir inşaatta kullanılmak üzere yolun kenarına yığılmış olan kaya büyüklüğündeki kireç taşlarının üzerinde yerimizi almış kalaycı Yunus’un gösterisi bekliyoruz. Kısaca “Lütfo” ismini taktığımız Lütfiye’nin elindeki elmayı “hart, hurt” sesleri çıkartarak ısırmasından gerçekten gıcık aldığı için mi, yoksa canı çekip de kıskandığı için mi bilemiyorum, Malak Macit,
- Kız ne öyle ayı gibi hart-hurt? Git başka yerde ye!
- Ayı senin sülalene derler! Burası bizim evin önü, senin mahallen karşıda, sen git, ben niye gidecekmişim?
- Bak, kalkarsam…..
- Kalk hadi, kalksan ne yapabilin ki? Valla şimdi abime söylerim. Abi yaaaa….
- Değil abin, feriştahın gelse gitmem! Ben o körüğü seyretmeden bir yere gitmem!
Bu anlamsız, yersiz ve zamansız çekişmeye dayanamadım;
- Tamam be kesin artık dırlaşmayı, susun da seyredelim adamı.
- Acaba körüğü bana çektirir mi Yunus Abi? diye sordu Malak Macit.
- Git kendisine sor olum, nee biliim ben?
Kalay yapabilmesi için toprak bir zemin bulması gerekiyordu Yunus’un. Etrafına bakındı ve henüz inşaatı başlamamış olan önümüzdeki arsanın yola yakın bir köşesini gözüne kestirdi. Önce elindeki sepeti, sonra seyyar kalaycılar için özel yapılmış leylek kafasını andıran uzun boyunlu demir örsünü, daha sonra da sırtına bir iple bağladığı siyah deriden yapılma körüğünü ve içinde neler olduğunu hiçbir zaman tam olarak öğrenemediğimiz, aslında bembeyaz bir şeker çuvalı olan, ama devamlı kömür dumanına maruz kalmaktan kara-sarı renge dönmüş malzeme çuvalını yere koydu. Açtığı çuvaldan sapı kırık bir keser çıkartıp yere bir çukur kazmaya başladı. Kazma işlemi bitince körüğünü yere koydu ve körüğünün iki karış kadar uzunluktaki borusunu, hava üfüren ucu çukura gelecek şekilde, toprağa gömdü. Bizim kendisini dikkatle izlediğimizin farkında olarak, şapkasından tavşan çıkartan bir sihirbaz havasıyla, elini ağzı yarı büzülmüş durumdaki çuvalına daldırdı ve kocaman bir parça kömür çıkarttı. Bu kömür bizim mangalda yaktığımız mat siyah renkli hafif kömüre hiç benzemiyordu. Oyun için betona çizgi çizmek gerektiğinde bu kömürle yere çizgi bile çizilemiyordu, o kadar sertti yani. Zümrüdi siyah, parlak ve kaygan bir taşa benziyordu. Adana’da kışlar ılıman geçtiğinden ısınmak için bu tür kömür yakılmazdı ve bu nedenle de pek bulunmazdı. Kitaplarda o okuyup da hiç görmediğimiz linyit ya da taş kömürü olmalıydı bu, olsa olsa…
Dürüp büktüğü birkaç paçavrayı çukurun ortasına yerleştirdikten sonra üzerlerine, yine sihirli çuvalından çıkarttığı yassı bir teneke kutudan, biraz gazyağı döktü, onun da üstüne irili ufaklı kömür parçaları dizdi. Yaktığı kibriti atar atmaz sarımtırak bir alev yükseldi çukurun içerisinden ve alevden diller kömürleri yalayarak aralarındaki boşluklardan sağa-sola fışkırmaya başladı. Körüğün başına geçen Yunus, önce yavaş yavaş, daha sonra gittikçe hızlanan bir tempoda “fısss-hoffff, fısss-hofff” sesleri çıkartan körüğünü açıp açıp kapatarak artık ocak haline gelmiş olan çukura hava üfletti. Bir müddet sonra sarı alevler kaybolmuş, yerine yanarak kor haline gelmiş kömürlerden ışıyan turunculu, mavili renkler hakim olmuştu ocağın içerisinde. İki eli ile zor taşıyabildiği kazan yavrusu tencereye önce birkaç avuç kum atarak eski bir havlu ile içini ovalayan Yunus, daha sonra onu getirip ocağın üzerine yan yatırdı. Yine torbadan çıkarttığı, dev bir makası andıran kıskaç yardımı ile evire çevire her tarafını iyice ısıttı tencerenin. Bu arada elindeki kıskaç ile tencerenin dış dibindeki kabuklaşmış isleri sıyırmaya çalıştı ama tamamen temizleyemedi ve öylece bıraktı. Aslında onu ilgilendiren kazanın dışı değil içiydi zaten. Bu arada sihirli çuvalı ise her ne isterse hop diye veriyordu kendisine, hem de anında… Kirli bir karton kutu, bir tomar çiğitli pamuk ve birkaç kalay çubuğu çıktı bu defa çuvaldan. Bu arada, karton kutuda kalaycılığın olmazsa olmazı toz nişadır olduğunu sorup öğrenmiş olduk. Yunus, ince beyaz kumu andıran nişadır tozundan bir tutam alıp kızgın tencerenin içerisine serpti ve bembeyaz bir dumanla dolan tencerenin içini elindeki pamukla bastıra bastıra ovalamaya başladı. Nişadır dumanının kokusu biraz tuhaftı ama bizim hoşumuza giderdi. Derken, elindeki kalay çubuğunu tencerenin içerisine sürterek bir miktarını eritti ve tekrar elindeki pamukla bunu tencerenin iç duvarına sıvadı. Bir daha nişadır, bir daha sıvama, bir daha nişadır, bir daha sıvama derken tencerenin içi gerçekten ayna gibi pırıl pırıl oldu.
- Bende hile yok! dedi Yunus bize dönerek, bak başkası olsa bu kadar kalay kullanmaz ha. Atar nişadırı, sıvaştırır tencerenin eski kalayını pamuknan, sen de sanırsın ki yeni kalaylandı. Yalan mı?
- Öyle değil mi amma, insan helalinden kazanmalı, helalinden! derken komşu Zahide abla elindeki dört bakır sahanla yanında belirdi.
- Kaça kalaylıycan bunları lan Yunuus?
- Hepsine dört lira ver Zaade abla.
- Lan helal para kazanmak kim sen kim? Dört tane el kadar sahan lan hepsi!
- Koca kazanı dört liraya kalaylıyon, (Zahide abla Hamide ablanın küçük kız kardeşi olup aynı avluda ama ayrı evlerde oturuyorlardı ve tencerenin kalaylama ücretini ablasından duymuş olmalıydı) şimdi kalkmış avuç kadar sahanlara da dört lira istiyon. El hayaa, el vicdan! Anamdan yadigar olmasa zaten kalaylatmıycam ama neyse… Hem kalaycı mı yok memlekette be? Büyük Saat’e kadar gider en kral dükkanda kalaylatırım, peh!
- Kızma ya abla, ne verirsen ver. Valla pazarlık etmiycem sennen.
- İki lira yeter sana, al da kalayla şunları, hadi hadi…!
Sahanlardan bir tanesinde bir vuruk görmüş olmalı ki, yere çaktığı örsün üzerine yerleştirdiği sahana tahta bir tokmakla birkaç kere vurdu, düzelmiş mi diye baktı, son bir kez daha vurdu ve sonra da bıraktı tokmağı. Aslında hiç yaptığı iş değildi, ve “eşyanın tabiatına da aykırı” idi ama tencere için yaktığı büyük ateş boşa gitmesin diye olsa gerek (ve/veya merakla kendisini izleyen biz çocuklara maharetini sergilemek için) dört sahanı birden ateşe koydu. Aslında bu işlem birer birer yapılırdı ama küçük olduklarından, birkaç sahanı aynı anda ısıtıp kalaylamak belki çok zor da olmayabilirdi. Bir elindeki kıskaçla bu hafif sahanları ateşin üzerinde evirip çeviriyor, diğer eliyle de, tencere kalaylama başarısı nedeni ile, kendi kendisini mükafatlandırırcasına sigarasını tüttürüyordu. Sigarasını söndürüp tam nişadır kartonuna elini uzatıyordu ki üç ev öteden bir çığlık koptu,
- Komşulaaar, yetişiiin kaynanam sofadan düştüüüüü!
- Benim herife kaç kere söyledim, “şu basamaklar çürüdü artık, değiştir şu merdiveni” dedim, ama laf annatamadım ki! Aha, anası düştü işte! Ahh anacııım, garip anacııım! diyerek dizlerini döverken, olay yerine gelen konu komşu ise hem kazazedeye ne yapılması gerektiğini tartışıyor ve hem de;
- .O…spuya bak! Yaptığı hep rol ha! Kız, daha dün kaynanasına “yeter çektiğim senin elinden, gebersen de ben de kurtulsam” dememiş miydi? Şimdi de kalkmış “anam, anam, garip anam” numarası çekiyor bize! diye Münire’yi çekiştiriyorlardı.
- Sınıkçıyı boşverin, en iyisi “doktor Mitat”a kavuşturalım hemen, dedi birisi ve böylece kazazedeye ne yapılması gerektiği tartışmasına son nokta konmuş oldu.
Kimin evinde telefon var ki ambulans çağrılsın da gelsin? Tek çare kadını beş altı yüz adım kadar uzaklıktaki “doktor Mitat”a sırtlayarak götürmek! Ama orada toplananların hepsi ya kadın ya da çocuk. Gündüzün o saatinde mahalledeki erkekler işinde gücünde olduğundan, bu görev otomatikman bizim kalaycı Yunus’a ihale oldu. Kadınların da yardımı ile hastayı sırtlayan çelimsiz Yunus ıhlaya tıslaya düştü yola… Sırtından düşmesin diye yardımcı olan iki kadına ilaveten on kadar da refakatçi kadın ve bir o kadar da büyüklü küçüklü çocuk, tabii ki aralarında da ben ve kan kardeşim, kervan kurduk düştük yola… Biz çocuklar yardım etmekten ziyade, kadına ne olacağını görmek için gidiyoruz bittabi…
- Malak yok lan Salih? Nereye gitti bu?
- Nee biliim? Lütfo’’dan bir daha zılgıt yemesin diye evine gitmiştir zaar.
- Allaaahhhh! Ben naapacam şimdi? Yandııım, yandııımm!
- Körüklenmeyen kömür bunları nasıl böyle yapar yaa? Olacak iş değil, aklım fırtacak yaaa!
- Macit abi o şeynen oynadı, ateş kocamaaan oldu, diyerek körüğü gösterdi.
Ben Zahide ablaya ne diyecem şimdi? Bu sahanlar artık hurda oldu. Hayır, anasından yadigar olmasa, yenisi bulur alırım, amma kabul etmez ki? Yandım ki ne yandım!
- He lan haggaten yangdıng valla, malı da gıymatlıdır ha Zahide’nin. Oolum sen b.ku yedin allaama! Lan onung dilinge düşenge gader, hela çukurunga düş daha eyi! Gaç get lan burdan derhal, bi daha da görüngme bu yannılarda.
Evi sokaktan çok içeride olduğundan dolayı, Mürüvvet teyze olayını henüz duymamış olan Zahide abla çıkıp gelmez mi?
İki saat oldu be, dört sahanı kalaylayamadın mı daha?
Nutku tutuk vaziyette koyun koyun bakan bizim esmer Yunus, bukalemun misali anında siyahtan balmumu rengine döndü.
Zahide, kıızz Zahiit, sen gel buraya hele, dedi doktor kafilesi ile eve dönmekte olan ablası Hamide. Zahide ile Mürüvvet çok yakın dosttular ve herhalde Mürüvvet’in geçirdiği kazayı anlatacaktı ablası ona.
Abla kardeş fısır fısır bir şeyler konuştular, sonra Zahide abla Yunus’un yanına geldi, ellerinin dışını belininin iki yanına dayadı ve yüzünde sorgulayan bir ifade ile,
- Lan, essah mı sen Mürüvet’in hayatını kurtarmışın? diye sordu.
- Yok abla ya, sadece doktora kadar taşıdım. Doktor kurtardı onu.
- Olsun, sen insanlık edip ahretlik bacım Mürüvet’i sırtında doktora götürecen de ben sana yanmış sahanların hesabını mı soracam? Bu kadar kötü mü biliyon lan beni?
- Ya abla tamam da, onlar hani sana yadigardı ya anandan… Valla hemen yarın yenisini…
- Oğlum anamın kemikleri bile toprak oldu çoktaaan, sahanı yaşasa ne olur yaşamasa ne olur? Hem yenisini filan da getirme, almam. Al şu iki lirayı da, o da kalay parası…
- Kalay yapmadım ki? Zaten tabaklar öldü, bir de üste para mı? diyerek ağlama raddesine gelen Yunus’un üzerine yapmacık bir kızgınlıkla yürüyen Zahide abla,
- Zaten o parayı senin kalay paran diye değil, zırlamaya başlarsan senin sülaleni kalaylayacağımın ceremesi olarak peşin veriyorum!
22 Ekim 2013
Adil Karcı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder