GENÇ KALABİLMENİN SIRRI


7Koşturmacalı iş hayatımı artık rölantiye almış olmanın rahatlığı ile,  danışmanlık seviyesinde iş yapmakta olduğum mütevazı yazıhanemde oturmuş, bilgisayarı açmış resmen dalga geçiyorum.  Aylardan Mayıs…  ki bu Adana’da yaşanacak en güzel ayların başında gelir, zira hava ne soğuktur ne de sıcak.  Bu nedenle de penceresiz yazıhanemin kapısını açık tutuyorum ki üşümeden ya da terlemeden temiz havadan faydalanabileyim. 
Açık kapının çalınmasına gerek yoktur ama “saygı” göstergesi olarak yine de açık kapı tıklanıp “gir” denilene kadar dışarıda beklenir bizim buralarda.  Kapı “tak-tak” edince kafamı kaldırıp baktım, berberlere dargın olduğu belli olan saçlı-sakallı, yirmi iki ile yirmi dört arası gösteren, artık ülkemizde de üniforma haline gelmiş olan tişört-kot pantolon kombinasyonu ile örtünmüş, uzun boylu, karaşın bir genç  içeriye girebilmek için izin bekliyor benden.
 -       Buyurun, kapı açık zaten, dedim.
-       İyi günler efendim, dedi masama yaklaşan genç, Adil Bey’le görüşmek istiyordum.
-       İstemenize gerek kalmadı.
-       Neden?  Bir şey mi oldu Adil Bey’e?
-       Yoo, istemenize gerek kalmadı çünkü şu an görüşmektesiniz! dedim.
 Az önce endişe ile ciddileşen yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı;
-       Ben Murat, Murat Ergülen.   Göz ucuyla masanın önündeki koltuğa baktı, belli ki oturma izni istiyordu.   Ben da aynı yöntemle, yani gözlerimle koltuğu işaret ederek oturmasına izin  verdim.  İnsanların hiç konuşmadan da iletişim kurabilmeleri ne güzel.
-       Eveeet, Murat Bey, sebeb-i ziyaretiniz?
-       Siz zamanında Hanedanspor kulübünün voleybol takımında kaptanlık yapmıştınız değil mi?
-       Ee, ne olmuş yaptıysak?  Bir hata mı işlemişiz?
-       Valla çok esprilisiniz!   Size “Adil amca” diyebilir miyim?  
“Adil Dede” demediğine şükrederek;
-       Hadi de bakalım da dilinin altında ne varsa çabuk çıkart, merak ettim, dedim.
-       Ben de Hanedanspor voleybolcusuyum Adil Amca.  Bu yıl hem erkeklerde hem de kızlarda bölge birincisi olduk.   İkinci olan takımla bir gösteri maçı düzenledik, gelirini Kimsesiz Çocuklar Vakfına bağışlayacağız.
-       İyi, dedim, kaç paraysa üç-beş bilet de biz alalım bari.   Yine gülümsedi;
-       Yok Adil Amca ben bilet satmaya gelmedim.  Biletlerin çoğu satıldı zaten de, sonradan her iki takım oturup karar verdik, takımların yaşamakta olan eski kaptanlarından birer tanesini de oyuna dahil edeceğiz.  Yani kız-erkek karışık oynanacak maçta, bizim takımımıza sizi kaptan olarak çıkartmak istiyoruz.  Böylesi daha ilginç olur diye düşündük.
-       Yani beni de maçta oynatmak  istiyorsunuz öyle mi?
-       Evet hem de kaptan olarak.  İyi de bir smaçörmüşsünüz  zamanında.
-       Oğlum, evladım, o zamanlar bende yaş yirmi iki, kilo yetmiş iki idi, şimdi ise yaş altmış dokuz, kilo yüz dokuz!  Üstelik o takımda benden önce ve sonra da birçok kaptanlar oldu ve benden daha iyileri de vardı,  niye beni seçtiniz ki?
6
-       Siz hatırlanabilen tek kaptansınız da  ondan.  
-       Demek o kadar iyi bir oyuncuymuşum ha? 
Murat ıkına sıkına,
-       Şeyy, yok oyunculuğunuzdan değil de, şey yani, bıyıklarınızdan dolayı…  Kime sorduysak bir tek sizi hatırladılar, “Koçero kaptan!” dediler. 
5
(O yıllarda “Koçero” namlı bir eşkıya vardı ve bıyıklarımdan dolayı seyirciler beni ona benzetirler, “Vur Koçerooooo” diye tezahürat yaparlardı.)
Vayy be!  O kadar yıl oyna, alkışlan, omuzlarda taşın… ondan sonra sadece kısa bir süre uzattığın bıyıklarınla hatırlan ha!   Bilseydim o bıyığı hiç kesmezdim! 
-       Ne olur kırmayın bizi, hem  kimsesiz çocukları da düşününün…
-       Tamam be tamam!  Yine de bana birkaç bilet satın, dedim, ne zaman bu maç?
-       Cumartesi gecesi, sekizde başlayacak.
-       Yahu adam birkaç hafta öncesinden bu teklifi yapar oğlum, elime top değmeyeli otuz yıl oluyor, bari biraz antreman yapardım.  Desene madara olacağız? Zaten size kaptan değil palyaço lazım, anlaşılan!
-       Yok be amcacığım, senin bir de o meşhur falsolu servislerin varmış, arkada oynayıp sadece servis  atsan da olur.  Bir iki de topa vurdun mu tamam işte.
Cumartesi akşam saat yedi olmadan kapalı spor salonuna gittim, soyunma odasında buldum bizim takımı.  Oyuncuların birçoğu  benim büyük torunla yaşıt!  On an tek derdim içine sığabileceğim bir forma bulabilmek!  Neyse, onu da düşünmüşler, alelacele ekstra büyük beden bir forma diktirmişler  ve de formanın sırtına benim eski numaramı yazdırmışlar!  Ulan benim oynadığım yıllarda belki babanız bile bu dünyada değildi, nereden bildiniz forma numaramı yahu?
Salon tıklım tıklım dolu.  Gelenlerin birçoğunun voleybol ile alakası yok besbelli ama konu yardım olunca pamuk ellerini cebe atmışlar, almışlar birkaç bilet, ya kendileri gelmiş ya da maça gidebilecek yakınlarına hediye etmişler o biletleri.   Ben de zaten öyle yaptım, aldığım biletlerle torun, torba vs. geldiler maça.  Arkamda bir sıra genç, elimde bir top (ki eskiden topla girmezdik salona) çıktım sahaya.  Bir alkıştır koptu. Derken rakip  takım da aynı mizansenle girdi sahaya, bir alkış tufanı da onlara tabii ki.   O da ne?  Rakip takımın başındaki bizim Deli Kazım! Adana karmasında yıllarca beraber oynadığımız ama sonraları izini kaybettiğim arkadaşım!   “Kazıımmmm” “Aadilllll” nidaları ile kucaklaştık.  Birkaç metreden sonra flaşın hiçbir etkisinin olmayacağını bilen- bilmeyen seyircilerin  kimisi fotoğraf makinesi ile, kimisi cep telefonu ile flaş patlatıp duruyorlar.  Çakan flaşlar maytap görüntüsü yaratıyor tribünlerde.  Sanırsınız ki  orada Pele ile Maradona’nın müşterek jübileleri yapılacak!
Bende heyecan dorukta…  Yüzlerce defa maça çıkmışlığım var ama kalbimi  bu kadar hızlı çarptıran bir maça çıktığımı hatırlamıyorum. Uzatmayalım, gösteri amaçlı olduğu için tüm resmi kuralların göz ardı edildiği maç başladı.  Ben de Kazım da, takımlarımızda arkada oynuyor ve sadece servis atıyoruz.  Kızlı erkekli karışık takımdakiler de birbirleri ile şakalaşarak, sululuk ve soytarılık yaparak seyirciye hoş görünmeye çalışıyorlar, yani ciddi bir oyun oynamıyorlar.   Karşı takım sayılarda biraz geriye düşünce, baktım bizim Kazım yavaş yavaş eski “Deli Kazım” lığına kavuşuyor.  Kendi takım oyuncularına önce ufaktan  ufaktan kızmaya, bağırmaya başlayan Kazım, biraz sonra dayanamadı filenin önüne gelip oynamaya başladı.  Ardından hakeme de bağıra çağıra itiraz edince iş çığırından çıktı ve bizim gösteri maçı iki ezeli rakibin final maçına döndü!   Ben de artık kırkbeş  yıl öncesini yaşamaya başladım, dayanamayıp filenin önüne geldim ve tabii olarak da Kazım’ın karşısına geçtim.
-       Mügee!  Bu ne biçim pas be?  Dikkat etsene kızım!
-       Halillll, uyuma oğlum, karşılasana şu topu be!
-       Hadi Murat, vuuurrrr!
-       Top fileye değdi sen hala oynatıyorsun be, ne biçim hakemlik bu?
-       Abi sen bilmiyorsun herhalde, kurallar değişti artık serviste top fileye değebilir.
-       Adil, bu maçı biz alacağız, var mısın iddiasına?
-       Varım be, nesine?
-       Nesine olacak, eskisi gibi gazozuna değil herhalde..
-       Tamam, rakı-balık!
-       Yaaa Çiğdem, top bana geliyor hep sen engel oluyorsun.  Sayı kaybediyoruz senin yüzünden, bıraksana topu bana kızım be!
-       Kızma be Adil amca, kurtaramazsın sandım.
-       Kız senin baban daha emzikle gezerken biz bu salonda terimizle havuz dolduruyorduk ha!
Oyun iyice kızışmış her iki takım da birer set almıştı ve  üçüncü seti alan maçı kazanacaktı.  Önceleri gırgırına oynayan oyuncuların tümü artık gösteri maçı yaptıklarını unutmuş, her birisi birer savaşçı olmuştu.  Kazımla ben de birer komutan olmuş, ordularımızı yönetiyorduk.  Ah bir de sıçradığımızda ayaklarımızı yerden kesebilseydik, görürdünüz smaç nasıl vurulurmuş!
Mizansen icabı olsa gerek, son setin bitimine yakın hakem maçı berabere ilan ederek oyunu tatil etti.  “Kazım, dedim bak oğlum  iki sayıyla biz öndeydik, biz kazandık tamam mı?” “Tamam baba yaa, istediğin rakı-balık olsun, zaten bu veletler onu dünden ayarlamışlar, buradan doğru eğlenceye gidiyormuşuz!”
Birkaç saat sonra baraj kıyısındaki bir balıkçı lokantasındayız.  Yanımda oturan Kazımı dirseğimle dürttüm “Kazım, farkında mısın, şimdiki kız takımı bizim o zamanki Adana erkekler  karması ile oynasa, hadi sayı demeyim ama,  set bile vermezlerdi bize  valla. “Heye lan”, dedi Kazım, “iyi ki o zaman bunlar yoktu ha, biz de kendimizi voleybol oynuyor sanıyorduk!.”
Yorgunluğumuzun üzerine  birer kadeh de aslan sütü eklenince, hemen çakırkeyf hale gelmiştik Kazımla.  Etrafımızda cıvıl  cıvıl oğlanlar, kızlar… Güleni mi ararsın, çığlık atanı mı ararsın, şakalaşanı, birbirinin ensesine çat pat vuranı mı ararsın…
Yanımda oturan kızlardan birisi diğerine;
-       Valla abi, rakıyı içtin mi susuz içecen!  Ama, yanında şalgam olacak tabii, 
deyince diğer kıza baktım, hiç de öyle “abi” denilecek bir tip değildi ve dönmeye de benzemiyordu.  Bu “abi” lafı da nereden çıkmıştı peki?    Az sonra oğlanın biri gelip “abi” diyen  kıza;
-       Hani Çarşamba akşamı katılacaktın bize?
-       Ya eve dayım gil geldi, çıkamadım bi türlü..
-       Bırak abi yaa…  Adam bir telefon eder be, hem senin telefon da kapalıydı, aradık aradık ulaşamadık!
Burada herkes herkesin “abi”siydi demek ki!
-       Bana bakın gençler, bundan sonra bana “amca” diyene tokatı basarım.  “Adil Abi” diyeceksiniz tamam mı?  Böylesi daha iyi değil mi Kazım Abi?
-       Haklısın valla Adil Abi!  Hem kulağa daha da hoş geliyor, ne bu “amca-dayı” ayakları ya?
-       Hadi be Kazım Abi, başla bir “Ada Sahillerine “ de şu zibidiler eğlence görsünler!
Lokantadan çıktığımızda gece saat ikiyi geçiyordu.  Yirmi yaşını henüz idrak etmiş iki genç olarak, yani Kazım ve ben, bizi evlerimize bırakacak arabanın  arka koltuğunda, “Yaş yetmiş, iş bitmiş” diyenleri kıskançlıktan çatlatırcasına,  “Bu akşam İstanbul’un bütün meyhanelerini” dolaşmayı bitirmiş, “Estergon Kal’ası”na doğru yol alıyorduk. 
Demem o ki, ara-sıra da olsa, gençlerle  arkadaşlık yapmayı  ihmal etmeyin.  Genç kalabilmenin sırrı meğerse buymuş!
Adil Karcı – 11.06.2014
4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder