ADANALIYIK !
Kış
aylarındaki yağışsız her gün ilkbahardır Adana için. Yani, yağmur
yağarsa kış, yağmazsa ilkbahar. Çağla bademleri Şubat ortasında
tezgahlarda görürseniz, anlayın ki ilkbahara da yol görünmüştür ve
yerini ufak ufak yaza bırakmaktadır. Bu kentin kışları ılıktır ve
hoştur ama yazlar hiç çekilmez. Doğma büyüme Adanalı bile bu sıcaklara
alışamaz ömür boyu, kaldı ki doğma Üsküdarlı, büyüme Adanalı olan
bendeniz hiç mi hiç alışamadım.
Mart ortasını
geçtiğimizden, gerçek ilkbaharı yaşamakta olduğumuz bu sabah evden
erken çıkmış yazıhaneme doğru araba kullanıyordum ki yolun karşı
tarafında “billboard” denilen bir reklam levhasındaki yazı dikkatimi
çekti. Ossaat sevinçten naralar atıp direksiyon başında göbek atamaya
başladım ve bu müjdeyi herkese görsel olarak verebilmek için de
arabadan inip billboard’ın resmini çektim.
Ülkenin her
tarafında olduğu gibi Adana’da da yerel seçim heyecanı, kargaşası,
gürültüsü, şamatası sürüp gidiyor. Üzerine hoparlörler takılı otobüsler
ve minibüsler müzikleri aşırılmış sloganlı şarkıları veya uydurulmuş
marşları biteviye çalıyor, sokak sokak dolaşıyorlar. Yani, seçilecek
adayın kişiliği, kariyeri, çalışma planı vs. hikaye… Önemli olan
araçların her tarafına yapıştırılan büyütülmüş vesikalık fotoğraflar ve
de çalınan müzik! Seçimimizi bu ölçütlere göre yapacağız! Hizmet mi?
Hangi hizmet? Boşversenize. Artık partilerin bilek güreşine dönüşmüş
olan bu yerel seçimde vatandaş bile merak etmiyor ki!
Neden sevinçli
olduğuma gelince…. Ekli fotoğrafta da göreceğiniz gibi, Sayın
Başbakanımız İstanbul’a üçüncü köprü yapacağı müjdesini biz Adana’lılara
veriyor.
Şimdi eminim
aranızda “iyi de İstanbul’daki üçüncü köprünün Adana ile ne alakası var,
hem de yerel seçim sırasında” diye düşünenleriniz çıkacaktır. Çok
alakası var ve bu nedenle de Başbakanımız bu müjdeyi sadece Adana’lılara
veriyor. Neden mi? Anlatayım o zaman.
Biz Adanalılar çok
zenginizdir kardeşim. Haa, “Adanalılar” dedim, “Adana’da yaşayanlar”
demedim, dikkat edelim lütfen. Zira, Adanalı olmak için, burada doğmuş
olmasanız bile en az kırk yıl burada yaşamış olmanız gerekir. Öyle ki,
yeri geldiğinde
gayri ihtiyari
“Adanalıyım” değil “Adanalıyık” diyebilmelisiniz, birkaç ay ayrı
kaldığınızda canınız dayanılmaz derecede kebap-şalgam çekmeli, daha yaz
ayağını salmadan bicibici hayali görmeye başlamalısınız. İşte bu
nedenle, Adananın şehir nüfusu iki milyon kadarsa da gerçek Adanalılar,
yani zenginler, dörtyüz bin kişi kadardır. Şimdi Adanada dörtyüzbin
zengin olduğuna da inanmıyorsunuzdur Allah bilir ya. İyi o zaman, gidin
gerilere ve bakın Türk filmlerine. Kelajını şepkesinin altına
saklayan Öztürk Serengil’den (namı diğer Adanalı Celal’dan) başka fakir
var mıydı Adana’da? Hulusi Kentmen’leri, Vahi Öz’leri, Erol Taş’ları,
Bilal İnci’leri bir düşünün bakalım. Ya da gerçek hayatta Kayseriden
gelip trilyoner olan fabrikatör Sabancılar’ı, Sabuncular’ı??? Filmlerde
gördüklerimizin her ne kadar ne iş yapıp da nasıl zengin olduklarını
bilen yoktu ama, onlar da Karun gibi zengindiler kardeşim. Kısacası,
Adananın yerlisi doğuştan zengindir, o kadar! Sonradan yerleşenler ise
kırk yıllarını doldurduklarının ertesi sabahı zengin olarak
uyanırlar. Toprağından mıdır, suyundan mıdır bilinmez ama öyle olur
işte.
Hala niçin
sevindiğimi size annatmadım deel mi? Gusura galmayın gardaşlar, laftan
lafa daldık getti işte. He, ne diyoduk? “Sevindik” diyoduk deel mi?
Şimdi, bir aileyi
dört kişi varsayarak, Adana’daki bu dörtyüzbin zengini dörde bölersek,
yüzbin zengin ailenin var olduğu sonucuna ulaşırız. Adanadaki bu
kodaman ailelerin her birisinin İstanbul’da mutlaka bir yalısı veya
yazlık evi vardır. Kendileri orada oturmasa bile, okula gidiyorum
ayağına yatıp kızlarla fink atan oğulları oturur oralarda. (Bakınız;
Tarık Akan-Gülşen Bubikoğlu filmleri). Şimdi bana “ya Yılmaz Güney?”
diye sormayın, çünkü o kırk yılını doldurmadan gitti buralardan ve
zengin olma şansını kaçırdı. Neyse, İstanbul’daki bu evlerin bir kısmı
Anadolu yakasında bir kısmı ise Avrupa yakasındadır. Eh hem
akrabalık hem de hemşerilik nedeni ile bu aileler devamlı iki kıta
arasında mekik dokumak zorundadırlar. Bu gidiş-gelişlerin kolay olması
için ne lazım? Tabii ki köprü lazım! Evet, var olmasına iki tane var
da, o iki köprü sadece Adanalılara bile yetmez.
Bak yine sorgular
sorgular bakıyorsunuz. Biliyorum ne diyeceğinizi; “Adanalılar madem bu
kadar zengin, neden araba kullanmak zorundalar, alsalar ya birer
helikopter?”. Bunu düşünmedik mi sanıyorsunuz? Daha birinci köprü
yapılmadan girişimde bulunduk ama ilgili bakanlıktan izin
alamadık. Yoksa bizim niyetimizi anlayan Alman, İngiliz, Fransız, Rus,
Çin ve Amerikan şirketleri helikopter fabrikaları kurmak için arazi bile
almaya başlamışlardı Adana’da. Boru mu, her aile bir tane alsa
yüzbin helikopter eder! Ama izin alabilmemize engel olan da yine bu
yüzbin sayısı oldu!
“Evet” dedi
yetkililer, “yüzbin helikopter, yüzbin helikopter pilotu, yüzbinlerce
yardımcı işçiler, park yerleri, bakım servisleri vs. ekonomiye büyük
katkıda bulunur ama ya İstanbul’un gökyüzü ne olacak? Kardeşim, bu
helikopterlerin yarısı havada olsa, İstanbul yaz aylarında bile güneş
göremez be! Üstüne üstlük hava kirliliği ve yirmidört saat pat pat
sesleri de cabası.” İşte bu nedenle helikopter hevesimiz kursağımızda
kaldı ve biz de Cadillac’lara, Mercedes’lere, Ferrari’lere filan mahkum
kaldık!
Şimdi anladınız mı
Adanalı olarak bu üçüncü köprü müjdesine neden bu kadar
sevindiğimizi? Adana’da artık “beyaz altın” denilen pamuk
ekilemiyormuş, meşhur karpuzu, narenciyesi pazar bulamıyormuş,
fabrikalarının hepsi kapanmış, büyük şirketlerin merkezleri İstanbul’a
taşınmış, yeni yatırımlar durmuş, işsizlik diz boyu olmuş…. bize ne
kardeşim bütün bunlardan? Biz Adanalıyık ve İstanbul’da karşıdan
karşıya geçmek için köprüye ihtiyacımız var, biz ona bakarık!
(Zaten köprü
geçmeye ayağımızı da alıştırmamız lazım artık, eh yaş kemale ermeye
başladı ya, önümüzde bir de sırat köprüsü var daha!)
Adana, 17 Mart 2014
Adil Karcı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder