KAHRAMAN KALAYCI



Kalay-4

KAHRAMAN KALAYCI
İncecik esmer boynunun üstüne oturtulmuş orta boy bir bal kabağını andıran başıyla, her zaman birbirine karışmış haldeki saç-sakalıyla, kara-kuru, orta boydaki sıska bedeni ile Kalaycı Yunus “nev-i şahsına münhasır” diye tasvir edilebilecek değişik görüntüye sahip tiplerden birisi idi.  Muntazaman ayda bir defa bizim mahalleye uğrar ve “kalayı gelmiş” ya da “bakırı çıkmış” tabir edilen kap kacakları kalaylar, ayna gibi pırıl pırıl yapar giderdi.   Kalaylı bakır bir kap, eğer içerisinde sıvı yokken yüksek ısıya maruz kalmamış ise, bir seneye kadar tekrar kalaylanma gerektirmeyebilirdi.  Bu nedenle de  kalaycının mahalleye ayda bir defa gelmesi yetiyordu. İşinin sürekliliğini sağlayabilmek için ise seyyar kalaycımız civardaki köylere, kasabalara ve  hatta diğer büyük şehirlere de gider,  oralarda da mesleğini icra ederdi.

  • Kalaycı geldi, kalaycııııı…  Bakır tencere, bakır sahan, bakır tepsi, bakır leğen kalaylıyoruuuumm…  Kalycı geldiiii, kalaaaycıııııı……
  • Oğlum Yunus, dedi Hamide teyze, tencereleri kaça kalaylıyon?
  • Valla abla tenceresine göre,  küçükler yüzelli, büyükler ikibuçuk.
Hamide teyze sürükleyerek dış kapıya kadar getirmiş olduğu, uzun zaman odun ateşinde  kullanılmaktan dibi kapkara  kabuk bağlamış olan azman aşure tenceresini göstererek,
  • Bunu da iki buçuğa kalaylan mı?
  • Aman abla be, o tencere değil, o kazan be!  İki buçuk lira kullanacağım  kalayın parasını bile  karşılamaz.  Beşten aşağı olmaz be ablam.
  • Bak, üç liraya kalaylıyosan kalayla, yoksa bırak kalsın.
  • Senin canın sağ olsun be ablam.  Hiç para verme istersen, gene kalaylarım. Ama gel bunu dört yap be abla, biz de eve ekmek götürüyoz yaa…
  • Tamam hadi olsun, ama bak, üç günde kalayı giderse bir daha bu mahalleye gelme annadın mı?  Zaman içerisinde mahalleli ile yüzgöz olmuş olan Yunus sırıtarak,
  • Yok be abla, benim kalayımın en az dört gün garantisi var, valla billa üç günde bir şey olmaz!
  • Bennen alay etme lan, şimdi ben seni de ananı da öyle bir kalaylarım ki…..
Hadi, hadi al şunu da yap işini.
KALAYCI2
 Ben, kan kardeşim Salih, Bakkal Şaban’ın oğlu Malak Macit ve de  yan komşunun kızı taydaşımız Lütfiye, yeni yapılacak bir inşaatta kullanılmak üzere yolun kenarına yığılmış olan kaya büyüklüğündeki kireç taşlarının üzerinde yerimizi almış kalaycı Yunus’un gösterisi bekliyoruz.   Kısaca “Lütfo” ismini taktığımız Lütfiye’nin  elindeki elmayı “hart, hurt” sesleri çıkartarak ısırmasından gerçekten gıcık aldığı için mi, yoksa canı çekip de kıskandığı için mi bilemiyorum, Malak Macit,

  • Kız ne öyle ayı gibi hart-hurt?  Git başka yerde ye!
  • Ayı senin sülalene derler!  Burası bizim evin önü, senin mahallen karşıda, sen git, ben niye gidecekmişim?
  • Bak, kalkarsam…..
  • Kalk  hadi, kalksan ne yapabilin ki?  Valla şimdi abime söylerim.  Abi yaaaa….
  • Değil abin, feriştahın gelse gitmem!  Ben o körüğü seyretmeden bir yere gitmem!
 KALAYCI3
Bu anlamsız, yersiz ve  zamansız çekişmeye dayanamadım;
  • Tamam be kesin artık dırlaşmayı, susun da seyredelim adamı.
  • Acaba körüğü bana çektirir mi Yunus Abi? diye sordu Malak Macit.
  • Git kendisine sor olum, nee biliim ben?
 Kalay-3
Kalay yapabilmesi için toprak bir zemin bulması gerekiyordu Yunus’un.    Etrafına bakındı ve henüz inşaatı başlamamış olan önümüzdeki arsanın yola yakın bir köşesini gözüne kestirdi.   Önce elindeki sepeti, sonra seyyar kalaycılar için özel yapılmış leylek kafasını andıran uzun boyunlu demir örsünü, daha sonra da sırtına bir iple bağladığı siyah deriden yapılma körüğünü ve içinde neler olduğunu  hiçbir zaman tam olarak öğrenemediğimiz,  aslında bembeyaz bir şeker çuvalı olan, ama devamlı kömür dumanına maruz kalmaktan  kara-sarı renge dönmüş malzeme çuvalını yere koydu.  Açtığı çuvaldan sapı kırık bir keser çıkartıp yere bir çukur kazmaya başladı.  Kazma işlemi bitince körüğünü yere koydu ve körüğünün iki karış kadar uzunluktaki borusunu, hava üfüren ucu çukura gelecek şekilde, toprağa gömdü.  Bizim kendisini dikkatle izlediğimizin farkında olarak, şapkasından tavşan çıkartan bir sihirbaz havasıyla, elini ağzı yarı büzülmüş durumdaki çuvalına daldırdı ve kocaman bir parça kömür çıkarttı.  Bu kömür bizim mangalda yaktığımız mat siyah renkli hafif kömüre hiç benzemiyordu.  Oyun için betona çizgi çizmek  gerektiğinde bu kömürle yere çizgi bile çizilemiyordu, o kadar sertti yani.  Zümrüdi siyah, parlak ve kaygan bir taşa benziyordu.  Adana’da kışlar ılıman geçtiğinden  ısınmak için bu tür kömür yakılmazdı ve bu nedenle de pek bulunmazdı.  Kitaplarda  o okuyup da hiç görmediğimiz  linyit ya da taş kömürü olmalıydı bu, olsa olsa…  
 KALAYCI5
Dürüp büktüğü birkaç  paçavrayı çukurun ortasına yerleştirdikten sonra üzerlerine, yine sihirli çuvalından çıkarttığı yassı bir teneke kutudan, biraz gazyağı döktü, onun da üstüne irili ufaklı kömür parçaları dizdi. Yaktığı kibriti atar atmaz sarımtırak bir alev yükseldi çukurun içerisinden ve alevden diller kömürleri yalayarak  aralarındaki boşluklardan sağa-sola fışkırmaya başladı.  Körüğün başına geçen Yunus, önce yavaş yavaş, daha sonra gittikçe hızlanan bir tempoda “fısss-hoffff, fısss-hofff” sesleri çıkartan körüğünü açıp açıp kapatarak artık ocak haline gelmiş olan çukura hava üfletti.  Bir müddet sonra sarı alevler kaybolmuş,  yerine yanarak kor haline gelmiş kömürlerden ışıyan turunculu, mavili renkler hakim olmuştu ocağın içerisinde.  İki eli ile zor taşıyabildiği kazan yavrusu tencereye önce birkaç avuç kum atarak  eski bir havlu  ile içini ovalayan Yunus, daha sonra onu getirip ocağın üzerine yan yatırdı.  Yine torbadan çıkarttığı, dev bir makası andıran  kıskaç yardımı ile  evire çevire her tarafını iyice ısıttı tencerenin.   Bu arada elindeki kıskaç ile tencerenin dış dibindeki kabuklaşmış isleri sıyırmaya çalıştı ama tamamen temizleyemedi ve öylece bıraktı.  Aslında onu ilgilendiren kazanın dışı değil içiydi zaten.  Bu arada sihirli çuvalı ise her ne isterse hop diye veriyordu kendisine,  hem de anında…  Kirli bir karton kutu, bir tomar çiğitli pamuk ve birkaç kalay çubuğu çıktı bu defa çuvaldan.  Bu arada, karton kutuda  kalaycılığın olmazsa olmazı toz nişadır olduğunu sorup öğrenmiş olduk.  Yunus, ince beyaz kumu andıran nişadır tozundan  bir tutam alıp kızgın tencerenin içerisine serpti ve bembeyaz bir dumanla dolan tencerenin içini elindeki pamukla bastıra bastıra  ovalamaya başladı.  Nişadır dumanının kokusu biraz tuhaftı ama bizim hoşumuza giderdi.  Derken,  elindeki kalay çubuğunu tencerenin içerisine sürterek bir miktarını eritti ve tekrar elindeki pamukla bunu tencerenin iç duvarına sıvadı.  Bir daha nişadır, bir daha sıvama, bir daha nişadır, bir daha sıvama derken tencerenin içi gerçekten ayna gibi pırıl pırıl oldu.
 KALAYCI6
  • Bende hile yok!  dedi Yunus bize dönerek, bak başkası olsa bu kadar kalay kullanmaz ha.  Atar nişadırı, sıvaştırır tencerenin eski kalayını pamuknan, sen de sanırsın ki yeni kalaylandı.  Yalan mı?
Etrafta bizden başka kimse yoktu, belli ki  bizi muhatap almıştı ama biz sadece seyirciydik  ve bu konuda hiçbir bilgimiz de yoktu ki bir şey söyleyebilelim.  Bel bel baktık suratına.  O yine sanki bizden bir cevap almış gibi sürdürdü konuşmasını,

  • Öyle değil mi amma, insan helalinden kazanmalı, helalinden!  derken komşu Zahide abla elindeki  dört  bakır sahanla yanında belirdi.
  • Kaça kalaylıycan bunları lan Yunuus?
  • Hepsine dört lira ver Zaade abla.
  • Lan helal para kazanmak kim sen kim?  Dört tane el kadar sahan lan hepsi!
Belli ki o da duymuştu Yunus’un bize  helal-haram üzerine yaptığı söylevi.
  • Koca kazanı dört liraya kalaylıyon,  (Zahide abla Hamide ablanın küçük kız kardeşi olup aynı avluda ama ayrı evlerde oturuyorlardı ve tencerenin kalaylama ücretini  ablasından duymuş olmalıydı)   şimdi kalkmış avuç kadar sahanlara da dört lira istiyon.  El hayaa, el vicdan!  Anamdan yadigar olmasa zaten kalaylatmıycam ama neyse… Hem kalaycı mı yok memlekette be?   Büyük Saat’e kadar gider en kral dükkanda kalaylatırım, peh!
Adana’nın tarihi saat kulesine “Büyük Saat” denirdi ve bulunduğu muhitte de her tür esnafın dükkanı vardı.  Oradaki kalaycılar yerde değil, masa gibi tezgahlarda çalışırlardı ve kullandıkları körükler neredeyse adam boyundaydı.  Bir de mutlaka hepsinin bir çırağı olurdu.    Bu çırakların görevlerinden bir tanesi, kalaylanmaya gelen büyük bakır kapların altlarını kum ve kömür tozu ile temizlemekti .  Bunu yapmak için çıplak ayakları ile kapların üzerine çıkar ya da içine girer, sabit bir yere tutunur, onları kalça hareketi ile kum-kömür karışımının üzerinde bir sağa, bir sola çevirirlerdi.  Bu yaptıkları ilkel bir şekilde zımparalama işlemiydi.   (“Kalaycı çırağı gibi kıvırıp durma” tabiri de zaten buradan dilimize yerleşmiştir).  Çırağın diğer bir görevi ise körük çekmekti.    Dükkanlarda kalaylanan kaplar daha güzel olurdu ve gerçekten yepyeni bir görünüm kazanırdı,  zira kapların yamuk yerleri örs üzerinde düzeltilir, delik ve çatlakları varsa,  onlar da kaynakla kapatılırdı.

  • Kızma ya abla, ne verirsen ver.  Valla pazarlık etmiycem sennen.
  • İki lira yeter sana, al da kalayla şunları, hadi hadi…!  
Yunus, Hamide ablanın kalaylanması biten tenceresini itekleyerek ocaktan uzaklaştırdı, son bir kez eserine baktı ve Zahide ablanın sahanlarını alıp ocağın başına geçti.
Sahanlardan bir tanesinde bir vuruk görmüş olmalı ki, yere çaktığı örsün üzerine yerleştirdiği sahana tahta bir tokmakla birkaç kere vurdu, düzelmiş mi diye baktı, son bir kez daha vurdu ve sonra da bıraktı tokmağı.  Aslında hiç yaptığı iş değildi, ve “eşyanın tabiatına da aykırı” idi ama tencere için yaktığı büyük ateş boşa gitmesin diye olsa gerek (ve/veya  merakla kendisini izleyen biz çocuklara  maharetini sergilemek için)  dört sahanı  birden ateşe koydu.  Aslında bu işlem birer birer yapılırdı ama küçük olduklarından, birkaç sahanı aynı anda ısıtıp kalaylamak  belki çok  zor da olmayabilirdi.    Bir elindeki kıskaçla bu hafif sahanları ateşin üzerinde evirip çeviriyor, diğer eliyle de,  tencere kalaylama başarısı nedeni ile, kendi kendisini mükafatlandırırcasına sigarasını tüttürüyordu.  Sigarasını söndürüp tam nişadır kartonuna elini uzatıyordu ki  üç ev  öteden bir çığlık koptu,

  • Komşulaaar, yetişiiin kaynanam sofadan düştüüüüü!
Hakikaten, Münire ablanın yaşlı kaynanası Mürüvvet teyze sofadan aşağıya inerken  tahta basamaklardan birisi onun ağırlığını çekemeyip kırılmış ve kadın birkaç metre yüksekten kafasının üstüne, beton zemine düşmüş.  Elindeki işi olduğu gibi bırakan kalaycı Yunus ile birlikte biz de koştuk olay yerine. Başı sağ yanına dönük olarak sırt üstü yatmakta olan yaşlı kadının  göz bebekleri  yana kaymıştı ve kesik kesik  nefes alıyordu.  Gelini Münire,

  • Benim  herife kaç kere söyledim, “şu basamaklar çürüdü artık, değiştir şu merdiveni” dedim, ama laf annatamadım ki!  Aha, anası düştü işte!  Ahh anacııım, garip anacııım!  diyerek dizlerini döverken, olay yerine gelen konu komşu ise hem kazazedeye ne yapılması gerektiğini tartışıyor ve hem de;
  • .O…spuya bak!  Yaptığı hep rol ha!  Kız,  daha dün kaynanasına “yeter çektiğim senin elinden, gebersen de ben de kurtulsam” dememiş miydi?  Şimdi de kalkmış “anam, anam, garip anam”  numarası çekiyor bize!   diye Münire’yi çekiştiriyorlardı.
  • Sınıkçıyı boşverin, en iyisi “doktor Mitat”a kavuşturalım hemen, dedi birisi ve böylece kazazedeye ne yapılması gerektiği tartışmasına son nokta konmuş oldu.  
Doktor Mithat Özdemir (nur içinde yatsın) mahallenin tek doktoruydu o zamanlar.  (Şimdi bizim yaşlardaki oğlu da kızı da doktor). Bir defasında migren nedeni ile annemi kendisine götürüp sıramızı beklerken,  parası olmayan köylü bir karı-kocadan vizite ücreti almadığına ve üstelik ilaç paralarını da cebinden verdiğine bizzat ben şahit olmuştum.  Öylesine iyi bir insandı.  Hem dahiliyeci, hem hariciyeci, hem cildiyeci, hem ortopedist, yani  o an ne doktoruna ihtiyaç varsa  o branşın doktoruydu, yalnız diş hariçti, ki o görevi de genellikle (aynı zamanda sünnetçi de olan) mahalle berberleri icra ederlerdi. Kaç defa gelirse gelsin,  şifa bulmayan hastasından bir daha ücret almazdı “doktor Mitat”  ve tedaviye aylar boyu ilgiyle devam ederdi. Üstelik o devirde “kan tahlili”, “ultrason”, “MR”  vs. gibi teknolojiden  faydalanma lüksü de yoktu doktorumuzun.  Çok gerekirse, bir röntgen çektirirdi, hepsi o kadar.
Kimin evinde telefon var ki ambulans çağrılsın da gelsin?  Tek çare kadını beş altı yüz adım kadar uzaklıktaki “doktor Mitat”a sırtlayarak götürmek!  Ama orada toplananların hepsi ya kadın ya da çocuk.  Gündüzün o saatinde mahalledeki erkekler işinde gücünde olduğundan,  bu görev otomatikman bizim kalaycı Yunus’a ihale oldu.  Kadınların da yardımı ile hastayı sırtlayan çelimsiz Yunus ıhlaya tıslaya düştü yola…  Sırtından düşmesin diye yardımcı olan iki kadına ilaveten on kadar da refakatçi  kadın ve bir o kadar da büyüklü küçüklü çocuk, tabii ki aralarında da   ben ve kan kardeşim,  kervan kurduk düştük yola…  Biz çocuklar yardım etmekten ziyade, kadına ne olacağını görmek için gidiyoruz bittabi…

  • Malak yok lan Salih?  Nereye gitti bu?
  • Nee biliim?   Lütfo’’dan bir daha zılgıt yemesin diye evine gitmiştir zaar.
Bizi içeriye sokmadılarsa da doktorun Mürüvvet teyzeyi nasıl muayene ettiğini, ne teşhis koyduğunu, ne  uyguladığını içeriden dışarıya, kulaktan kulağa yapılan iletişimle canlı yayın olarak  çor-çocuk hepimiz anında naklen öğrendik.  Doktor önce kazazedenin göz kapaklarını kaldırıp bakmış, başını yoklamış, sonra kalp atışını dinlemiş, sonra elini kolunu incelemiş ve bir iğne yapmış kalçadan.  Neyse, yarım saat kadar sonra kadıncağız kendine geldi.  Yüzünü yıkadılar, kolonya koklattılar ve koluna girerek evine doğru yürütmeye başladılar.  Kendisine artık ihtiyaç kalmadığını anlayan Yunus kafileden ayrılıp herkesten önde hızlı adımlarla kalay ocağının başına gitti..  Gitti, gitmesine de, bu defa da çığlık ondan geldi;

  • Allaaahhhh!  Ben naapacam şimdi?  Yandııım, yandııımm!
 Hurraaa, bu defa hepimiz oraya koştuk.  Acele ile ocağın üzerinde bırakıp gittiği sahanlar sıcaktan öylesine eciş bücüş olmuştu ki, artık onlara “sahan” demeye bin şahit ister!

  • Körüklenmeyen kömür bunları nasıl böyle yapar yaa?   Olacak iş değil, aklım fırtacak yaaa!
 Yandaki evin yola bakan penceresinin iç çerçevesine oturmuş, pencere demirlerinin arasından bacaklarını sokağa sallandırarak  ekmek kemirmekte olan ilk okul birli komşu kızı Filiz,

  • Macit abi o şeynen oynadı, ateş kocamaaan oldu,  diyerek körüğü gösterdi.
 Mesele anlaşılmıştı, bizim meraklı Malak boş durmamış, biz doktordayken ocağın başına geçmiş, ateşi körüklemiş ha körüklemişti meğerse!
Ben Zahide ablaya ne diyecem şimdi?  Bu sahanlar artık hurda oldu.  Hayır, anasından yadigar olmasa, yenisi bulur alırım,  amma kabul etmez ki?  Yandım ki ne yandım!
  • He lan haggaten yangdıng valla, malı da gıymatlıdır ha Zahide’nin.  Oolum sen b.ku yedin allaama!  Lan onung dilinge düşenge gader, hela çukurunga düş daha eyi!  Gaç get lan burdan derhal, bi daha da görüngme bu yannılarda.  
 Köylü Şerife hatun yarı şaka yarı ciddi korkutuyordu Yunusu.  Kendisinin Zahide abladan haz etmediği herkesçe malum olduğundan, belki de sahanların başına gelen bu kazaya  için için seviniyor bile olabilirdi.
 Evi sokaktan çok içeride olduğundan dolayı,  Mürüvvet teyze olayını henüz duymamış olan Zahide abla çıkıp gelmez mi?
 İki saat oldu be, dört sahanı kalaylayamadın mı daha? 
 Nutku tutuk vaziyette koyun koyun bakan bizim esmer Yunus, bukalemun misali anında siyahtan balmumu rengine döndü.
 Zahide, kıızz Zahiit, sen gel buraya hele, dedi doktor kafilesi ile eve dönmekte olan  ablası Hamide.  Zahide ile Mürüvvet çok yakın dosttular ve herhalde Mürüvvet’in geçirdiği kazayı anlatacaktı ablası ona.
Abla kardeş fısır fısır bir şeyler konuştular,  sonra Zahide abla Yunus’un yanına geldi, ellerinin dışını  belininin iki yanına dayadı ve yüzünde sorgulayan bir ifade ile,
  • Lan, essah mı sen Mürüvet’in hayatını kurtarmışın? diye sordu.
  • Yok abla ya, sadece doktora kadar taşıdım.  Doktor kurtardı onu.
  • Olsun, sen insanlık edip ahretlik bacım Mürüvet’i sırtında doktora götürecen de ben sana yanmış sahanların hesabını mı soracam?  Bu kadar kötü mü biliyon lan beni?
  • Ya abla tamam da, onlar hani sana yadigardı ya anandan…  Valla hemen yarın yenisini…
  • Oğlum anamın kemikleri bile toprak oldu çoktaaan, sahanı yaşasa ne olur yaşamasa ne olur?  Hem yenisini filan da getirme, almam. Al şu iki lirayı da, o da kalay parası…
  • Kalay yapmadım ki?  Zaten tabaklar öldü, bir de üste para mı?  diyerek ağlama raddesine gelen Yunus’un üzerine yapmacık bir kızgınlıkla yürüyen Zahide abla,
  • Zaten o parayı senin kalay paran diye  değil,  zırlamaya başlarsan   senin sülaleni  kalaylayacağımın  ceremesi olarak peşin veriyorum!
Bu olaydan sonra kalaycı Yunus mahallemize  (hem de kahraman bir eda ile)  uzun yıllar gelmeye devam etti ve de kaplarımızın kalayını ihmal etmeyerek tüm mahalleliyi bakır zehirlenmesine karşı korudu.  Ama ne hikmet ise,   kalaycı Yunus’un  mahalleye  geldiği günler  bizim Malak Macit semtimizde hiç mi hiç görülmedi!
 22 Ekim 2013
Adil Karcı
KALAYCI7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder