EKMEK YAĞLI, TIRPAN ZAĞLI

EKMEK YAĞLI, TIRPAN ZAĞLI
 “Vakt-i zamanında, şehir yaşamından bıkan bir karı-koca arar-tarar köyün birisinde satılık küçük bir çiftlik bulurlar ve çiftliği Fettah isimli arap (zenci) emektarı ile birlikte devir alırlar.  Yaya olarak yarım saat uzaklıkta çiftliğe ait bir de tarlaları vardır.  ‘Acaba oraya ne eksek?’  diye düşünürlerken Fettah buğday ekmelerini önerir ve  dikimini de, hasadını da bizzat kendisinin yapacağını söyler.   Dikim yapılır, gel-zaman, git-zaman buğdaylar baş verir, olgunlaşır ve başaklar rüzgarda dalgalandıkça altın rengi ışıltılar saçan bir güzelliğe bürünür.  Artık hasat vakti gelmiştir.  Fettah tırpanını sırtlar, evin hanımının hazırladığı peynir, zeytin, soğan ve ekmek içeren çıkınını sallaya sallaya her sabah  erkenden tarlaya gider, akşam da sallana sallana geri döner. Birkaç günde bitmesi gereken hasat işi on günü bulunca, sonradan olma “çiftlik ağası” meraklanır ve bir gün öğlenden sonra tarlaya gider, bakar ki ne baksın?  Fettah bir ağaç gölgesi bulmuş, devirmiş lengerini yatar!  Ağayı görünce isteksiz isteksiz ayağa kalkan Fettah daha dörtte biri bile hasat edilememiş tarlaya tekrar girer ve ‘ekmek yağsız tırpan zağsız (güçsüz)’ nakaratıyla yavaş yavaş tırpanını sallamaya devam eder.  Ertesi sabah Fettah çıkınını alıp yine tarlaya gider ama bu defa Fettah’tan mesajı almış olan ağa karısına ikinci bir yemek çıkını hazırlatır.  Neler yoktur ki içinde; et kavurması, domates, salatalık, ayran, yoğurt, gözleme, tereyağı, bal, reçel ve yaşlı-kurulu meyveler, meyveler, meyveler!   Öğlen yemek vaktinden önce tarlaya varan ağa getirdiği çıkını ağaç altında pineklemekte olan Fettah’ın  önüne koyar.  Gözleri fincan gibi açılan arap büyük bir iştahla yiyeceklere saldırır ve hepsini kısa sürede siler-süpürür!  Ardından, yediklerinin menüsü  haline gelmiş iri dudaklarını elinin tersi ile siler ve ‘Ekmek yağlı, tırpan zağlı! Ya bu tarla kurtulacak, ya arabın g.tü yırtılacak!’ nidasıyla tırpanı kaptığı gibi tarlaya dalar ve  akşama kalmaz hasatı bitirir.”
 -       Yani?  dedi  anlattığım bu hikayeyi dinleyen eşim.
-       Yanisi şu, dedim, şimdi ev işinde sana yardım etmeye ilk defa gelen iki kız var ya, onlara güzel bir öğlen ziyafeti  çekelim diyorum!   Malum, ‘aç ayı oynamaz’ derler.  İyi çalışmalarını istiyorsan iyi doyuracaksın.
-       Ne ziyafeti ya? dedi eşim.  Sabahleyin geldiklerinde benimle birlikte kahvaltı yaptılar.  Öğlen de biz ne yersek onlar da onu yiyecek!  Dolapta dolma var, yoğurt var, biraz da kavunumuz kalmıştı dünden.
-       Yaa karıcım, bu zavallılar ne zaman ev yemeği yiyebiliyorlar ki?  Zamanları mı var ki yemek yapsınlar?  Belki paraları bile yetmiyordur sağlıklı beslenmeye.  Ne var yani,  biraz pirzola, biraz salata, ha ne dersin?
-       İyi o zaman, gider alır getirirsin ben de yaparım, dedi aksi aksi.
 Fakat ben eşimi iyi tanırım.  Bunu söylemekle ben sadece fitili ateşlemiştim.  Sonrasının ne olacağını ise gayet iyi biliyordum.
 -       Bak çıkmışken biraz meyve, biraz da tatlı bir şeyler al!  Haaa, birkaç çeşit meyve suyu almayı da unutma, tamam mı?  Çerezcinin önünden geçersen biraz fındık içi, biraz badem, ne bulursan işte….
 Tam kapıdan çıkıyordum ki:
 -        Bak belki yemekler kızların hoşlarına gitmeyebilir, sen yine biraz da börek alsan iyi olur.  Olgun domates de bulursan biraz al.  Taze bulursan yeşillik de getir, dolaptakiler pörsümüştür herhalde.  Bak hiçbir şeyi unutma, dur da yazayım istersen… 
 “Tamam, tamam” diyerek kaçarcasına kapıdan dışarıya fırladım, zira biliyordum ki biraz daha oyalansam ikramı seven eşim Allah bilir daha neler neler sipariş edecekti bana!  Kollarım kopa kopa taşıdığım poşetlerle eve  geldiğimde iç işleri bakanı ( hiç hesapta olmayan)  güveci çoktan fırına koymuş ve de pilava  başlamıştı bile!
 Kızlar orayı-burayı süpürüp toz alırlarken eşimle ben de bir yandan salondaki yemek masasını donatıyorduk.  Sanki bir yarışa girmiştik; öğlen saat tam 12:00’de her şey masada olmalıydı.  Oldu da…   Masanın uzun kenarlarında karşılıklı durup eserimize bir göz attık; her şey tamamdı!
 -       Kızlar!  Hadi yemeğe!  dedi eşim.
-       Abla daha birkaç saat önce kahvaltı etmiştik, biz yemesek?
-       Olur mu kızım?  Gençsiniz, size gıda lazım, siz acıkmışsınızdır da farkında değilsinizdir.  Hadi, yallah çabuk yemeğe!  dedim ben de babacan ve amir bir  tavırla…
 İsimleri Hanife ve Gönül olan bu otuzuna henüz varmış-varmamış kızları bir  üst komşumuz tavsiye etmiş eşime.   Bir hafta kadar önce, bir yandan haber dinleyip diğer yandan bulmaca çözmeye çalıştığım bir akşam vakti, artık kollarının ağrıdığından, ağır ev işlerini yapmakta zorlandığından filan dem vuran eşim  bu iki kızın ekip olarak çok iyi çalıştıklarını duyduğunu, kendisinin de bir gün onları eve çağırmayı düşündüğünü söylemiş  bana ve ben bulmacadan kafamı kaldırmadan “tabi, iyi olur gelsinler bir  dene” demişim (sanırım).
 -        Abla valla fazlasıyla doyduk, kesenize bereket, biz işimize kalkalım artık, dedilerse de  eşim duramaz ki;
-       Aaa olur mu hiç öyle şey, bu güveçten birer tabak yemeden bir yere gidemezsiniz!  Pilav da bir harika olmuş valla!
 İş artık misafircilik oyununa dönüşmüştü.    İzzeti ikramda hanımla yarışmaya başladık;
 -        Kızlar, şehrin en meşhur  tatlıcısından aldım bu kadayıfı.  Bakın daha hala sıcak.  Alın birer parça hadi!
-       Dur Bey, daha kızlar su böreği yemediler!
-       Tuuuu,  az daha unutuyordum, hepimize birer tane hazır içli köfte almıştım, börekten önce onları yesinler. Kalk şunları ısıtıver hanım…
 Kızlar yemeklerin güzelliğini övdükçe biz de ikramını dozunu artırıyorduk.  Kaç saat sonra bilmiyorum, yemek faslı bitti,  kızların da yardımı ile masadakileri mutfağa attık.  Hanım mutfakta bulaşıklarla uğraşırken kızlar da temizliğe devam etmek üzere salona döndüler.  Sıcak havada terleyerek çalışmasınlar diye salonun klimasını açtım,  çalışırken rahat olabilmeleri için de kapıyı çektim,  kendi çalışma odama gidip bir türlü bitiremediğim ve önce okuduğum kısmını her defasında unuttuğum bir kitabı tekrar baştan okumaya başladım.   Birkaç saat sonra mutfaktaki bulaşık-yalaşık işlerini bitiren eşim yanıma geldi ve;
 -       Bey, dedi, bizim kızlardan bir ses seda çıkmıyor!  Nerede bunlar?
-       Salondaaa, dedim.
 Salonun kapısını açan eşimin “Aaaaaaa!” diye bağırmasıyla fırlayıp onun yanına gelmem bir oldu.  Ne görelim?  Kızların bir tanesi salondaki üçlü kanepede, diğeri (kafasının altına  koyduğu bir köşe yastığı ile) halının üzerinde sızmış kalmışlar.!   Bizim sesimize de uyanmadılar!  Önce;
 -       Üzerime iyilik sağlık!  diyerek hiddetle bağıran eşim, kızlara baktıkça  yumuşayıverdi ve  ‘bırakalım da uyusun kızcağızlar, canlarım benimmm şunlara bak ne kadar uykuya hasretmiş zavallılar, ne de tatlı uyuyorlar!’ deyiverdi.
 Nice sonra uyandıklarında  “hak etmedik” diyerek almak istemedikleri gündeliklerini zorla ceplerine tıkıştırıp  kızları yolcu ettiğimizde hava iyice kararmıştı artık.  Onlar mahcup mahcup merdivenlerden aşağıya inerken eşimle ben geride kalan ev işlerini aramızda nasıl pay edeceğimizi tartışıyorduk! 
 Yağlı ekmek tırpanı zağlayamamıştı bu defa…
 Adil Karcı
Antalya, 14 Eylül 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder