BİCİ BİCİ – KARSAMBAÇ
- Buuuzlu biiiciiiii, karsambaaaç….
Bicici Cemal dört bisiklet tekerleği üzerine monte edilmiş olan tablasını yavaş yavaş iterken başını bir sağ tarafa bir sol tarafa döndürüp bağırarak sokağın her iki yanındaki evlere geldiğini ilan ediyordu:
- Buuuzlu biiiiciiiii….
- Bicici Cemaaal, oğluum, iki tane yap ama şekeri bol olsun!
Gelen geçen hiçbir
seyyar satıcıyı boş geçirmeyen Hamide Hanım evinin penceresinden iki
tane yirmibeşliği Bicici Cemal’e uzattı. İki tane yirmibeşlik demek iki
kase bici bici demekti, karsambaç istemiş olsa, bir yirmibeşlik iki
karsambaça yeter de artardı bile.
Bicici Cemal’e hiç
kimse adı veya soyadı ile hitap etmezdi. Tek ismi vardı adamın; o da “
Bicici Cemal”. Henüz orta yaşlarda olmasına rağmen saçları oldukça
seyrekleşmiş olan Cemal’in temiz bir görünümü vardı ve pörtlek denecek
kadar iri kahverengi gözleriyle insanlara her zaman gülümseyerek
bakardı. Evi bizden epeyce uzakta olduğundan, önce kendi
muhitindeki sokakları gezer, ancak öğlenden sonra bizim semte
gelebilirdi. Zaten gün boyu Adana’nın sarı sıcağından bunalan insanlar
da bici ve karsambaçı ikindi vakti yerlerdi genellikle.
- Sende onbeş kuruş var mı? Bende on kuruş kaldı…. dedi Cinik Salih.
- Valla bende de on kuruş var, dedim. Lık lık Mahir’de 5 kuruş var mıdır ki?
- Oohooo, o harçlığını sabahtan bitirdi, hem zaten evde değil şimdi, dedi Cinik.
Bici bici (ki biz kısaca
hep “bici” derdik) yemek için en az yirmibeş kuruş gerekiyordu ve çoğu
zaman almaya paramız çıkışmıyordu. Bicici Cemal yirmibeş kuruştan
aşağıya bici satmadığı için genelde biciyi iki çocuk ortak olarak
alırdık. Şimdi sadece yirmi kuruşumuz vardı ve “Yirmi kuruşluk verir
misin” diye sormayı da gururumuza yediremiyorduk. Eğer bici alacak bir
ortak bulamazsak cebimizdeki on kuruşlar ancak birer “karsambaç”a
dönüşebilirdi.
Çok sonraları diğer
adının “kar helvası” olduğunu öğrendiğim karsambaç sadece Adana’ya özgü
bir şey değildi. Hemen hemen her Toros köyünde, kasabasında ve şehrinde
yaz aylarında bolca tüketilen serinletici bir tatlıydı. Karsambaç
yapmak için her şeyden önce ya kış aylarında mağara kovuklarına
doldurularak biriktirilmiş gerçek kar, ya da rendelenmiş buz
gerekirdi. Çuvallar içerisine sıkı sıkı doldurulmuş olan kar, çuvalın
ağız tarafından bir metal kaşık yardımı ile sıyıra sıyıra kalaylı bakır
bir tasa doldurulur, üzerine meyve şerbeti veya pekmez dökülür ve kaşık
kaşık yenirdi. Bu anlattığım gerçek karsambaçtı. Halbuki bizim
bildiğimiz karsambaç sadece rendelenmiş buz, bici boyası karıştırılarak
koyu kırmızı renge boyanmış su, pudra şekeri ve gül suyu ile yapılan
karsambaçtı. Damak tadımız buna alışmıştı ve ilerideki yıllarda
müşerref olduğumuz meyve şerbetli, pekmezli gerçek karsambaça pek pas
vermedik. Bici bicinin karsambaçtan olan tek farkı ise içinde şekersiz,
beyaz renkli pelte küpçükleri olmasıydı.
Bicici Cemal Hamide Hanım’ın bicilerini hazırlıyor, biz de
gözlerimizi onun ellerine dikmiş ustaca yaptığı hareketleri
seyrediyorduk. Önce tepsinin üzerindeki ıslak tülbentin yarısını açtı,
sonra daha önceden dilimlenmiş olan biciden sigara paketi kadar bir
parçayı sol elinin avuç içerisine aldı, diğer elindeki ince bir bıçağı
kullanarak yatay-dikey hareketlerle bici kalıbını önündeki cam kaseye
iri iri zar taneleri halinde döktü. Tablasının yan kenarına sabitlenmiş
olan buz kalıbının üzerindeki bezi kaldırdı, küçük bir marangoz rendesi
ile “hırş, hırş, hırş….” sesleri üreterek buzu rendeledi, rendeyi baş
aşağı çevirip tezgahın kenarına vurmak suretiyle rendenin oyuğunda
birikmiş olan buzları avucuna aldı ve bici kasesine, muntazam bir yarım
küre görünümü vererek, doldurdu. Onun üzerine dört-beş tatlı kaşığı
pudra şekeri, onun üzerine bici boyalı su ve sonra da birkaç damla gül
suyu… Kasenin ortasına da bir tatlı kaşığı sapladı ve işlem tamam!
Hamide abla ve kızına
bici bici, bana ve Cinik’e yutkunmak düştü! Okul zamanı olsa, cebimizde
yirmibeş kuruşumuz olurdu ama yazın harçlıklar on-onbeş kuruşu
geçmezdi. Hayır, yanlış anlaşılmasın, Cinik de ben de annelerimize
gidip biraz daha harçlık alabilirdik. Alırdık almasına da…… “bici
yiyeceğiz” diyemezdik, zira her ikimizin annesi de hapır-hupur buz
yememize izin vermezlerdi! Biz yine de kaçamak yapar, ya ara sıra
harçlıkları birleştirir bici yerdik, ya da şahsi bütçemize göre onar
kuruşluk birer karsambaçla yetinirdik.
Yirmibeş kuruşu denkleyip bici alamamak canına tak etmiş
olmalı ki, yanımıza gelip bizimle beraber Bicici Cemal’ı
seyreden Malak Macit:- Lan gelin biz de kendi bicimizi yapalım! deyiverdi.
Salihle bakıştık. Fikir hiç de fena değildi.
- Hem çocuklara da satarız! dedim.
- Aboo, he lan! On kuruştan satsak…. HBütüBbbütün çocuklar alır lan valla! dedi Cinik.
Üç ortaklı şirketimizin
temeli atılıvermişti o anda… Biciciden uzaklaşırken imalatımızı nasıl
yapacağımızı tartışmaya başladık. Öyle ya, aslında bici bicinin nasıl
yapıldığını hiçbirimiz bilmiyorduk. Karar verdik; ilk iş annelerimize
bicinin nasıl yapıldığını soracaktık, sonra harçlıkları birleştirip
malzeme alacaktık. Bu da projemizin hayata geçmesi için üç-dört gün
gerektiği anlamına geliyordu. Olsun, sabırlıydık.
İki gün sonra bicinin
nasıl yapıldığı konusunda hepimiz az çok bilgi edinmiştik. Kolaydı; bir
tencere, bir tepsi, biraz nişasta ve biraz da su… o kadar!
Cinik Salih ile ilkokula
aynı sınıfta başlamış ve bir daha hiç ayrılmamıştık. Kendisini
öncelikle çok temiz olduğu için severdim. Kış günü bütün
çocuklar “şorrik, şorrik” diye burunlarını çekip ellerinin tersi ile
silerken Salih mendiline sümkürürdü. Sınıfımızdaki, beyaz yakaları
kolalı, her iki cebinde birer beyaz mendil olan yerli malı kumaştan
yapılma önlükleri ütülü, saçları her zaman traşlı ve taranmış olarak
okula gelen birkaç çocuktan birisiydi. (Söylemesi ayıp, ben de
karnesine “Pekiyi” den başka bir not yazdırmayan bu “öğretmen gözdesi”
gurubun bir üyesi, hatta lideriydim). Zeki bakışlı Cinik Salihin pırıl
pırıl parlayan yeşil gözleri, kısa kesildiği için sarı kadifeyi andıran
altın rengi saçları vardı ama beden yapısı olarak çelimsizdi ve bu
nedenle de kendisine Cinik lakabını takmıştık. Okuldaki
dokunulmazlığımız sadece öğretmenimizin “çalışkan öğrencileri”
olduğumuzdan kaynaklanmıyor olabilirdi, bu konuda Cinik Salih’in bizden
iki sınıf ilerde olan ve hiç de “Cinik” olmayan abisi Ercan’ın da
birazcık(!) payı olabilirdi yani….
Gereken malzemelerden en
kolayı nişastaydı, zira her bakkal dükkanında vardı. Ama pudra şekeri
ve bici boyası? Onun da kendimize göre çaresini bulduk. Hamide Hanım’ı
razı ettik, Bicici Cemal’den biraz toz bici boyası isteyecek ve bize
verecekti. Cemal onu kıramazdı, çünkü mahalledeki en iyi müşterisi
Hamide Hanım ile onun obur kızıydı.
Pudra şekerinin nerede
satıldığını bilmiyorduk. Bicici Cemal’e sorduğumuzda ise “çarşıda”
deyip kestirip atmıştı. “Çarşı”??? Oraya kendi başımıza gitmek ne
haddimize? Neyse, onun da kolayı vardı; Hemen hemen her evin demirbaşı
olan kahve değirmeni! Toz şekeri değirmende çekip pudra şeker
yapacaktık. Nitekim yaptık da… her ne kadar tam pudraya benzemedi ise
de….
Malzemeler tamamlandı,
ben evden kalaylı bakır bir tepsi getirdim, Cinik bir tencere getirdi,
hepsini Malak Macit gilin avlusuna serdiğimiz bir sofra örtüsünün
üzerine dizdik. En müsait yer burasıydı, çünkü o gün Macit’in annesi
evde yoktu. Avlunun en dip tarafında bir ev, ortada avlu, arsanın
sokağa bakan tarafında is Macit’in babası Bakkal Şaban’ın dükkanı… Yani
biz imalathanemizi ev ile dükkan arasına kurmuştuk. (Eskiden bakkal
dükkanları şimdiki gibi kiralık değildi, ya evin önüne, ya da ev iki
katlı ise, yola bakan alt kata yapılırdı).
Her şey tamam ama ateş
yok! O ana kadar bunu hiçbirimiz düşünmemiştik. Neyse canım o da
kolaydı, Macit’in annesi evde olmadığı için gaz ocağını rahatlıkla
kullanabilirdik. Ama olmadı! Meğerse Bakkal Şaban amca, evin
mutfağındaki işi bittiği zaman gaz ocağını dükkana getirir kendisine çay
demlermiş! Salih çare bulmakta gecikmedi;
- Bizim evde epeydir kullanılmayan bir tane gaz ocağı var! dedi ve fırladı.
Getirdiği toz-pas
içindeki gaz ocağı bizim evdeki pırıl pırıl “Optimus”a benzemiyor ve
görüntüsü ile de hiç güven vermiyordu, ama tek çaremiz de oydu. Gaz
ocağının pompasını kontrol ettim, çalışıyordu. Gaz fışkırtma memesi de
yeni görünüyordu ama haznesinde hiç gaz yoktu. Onu da Macit halletti,
babasının dükkanında gazyağı da satılıyordu ve yan yatırılmış musluklu
fıçı dükkanın içerisinden (dolayısı ile babası tarafından) görülemeyecek
bir noktadaydı. Hemen boş bir şarap şişesinin yarısını doldurdu
geldi, onu da gaz ocağının haznesine boşalttı. Vay be, bu defa da
ispirtoyu unutmuştuk!
Son yıllara kadar (ve
köylerde hala) bakkal dükkanlarının raflarındaki cam şişelerde mavi
ispirto satılırdı. İspirto genellikle gaz ocağının başının altındaki
oluklu halka şeklindeki tablaya dökülür ve yakılarak başın ısınmasını
sağlardı. Bu gerekliydi, çünkü pompalanarak “meme”deki bir toplu iğne
ucunun giremeyeceği kadar ince delikten yukarıya fışkıran gazyağının,
başın boru kanallarından geçerken buharlaşması lazımdı ki gazyağı
basınçlı ve kuvvetli olarak yanabilsin. İspirto bulunamadığında, bu
oluklu tablaya gazyağı dökülür ve başın ısınması böylelikle de
sağlanabilirdi ama ocağın her tarafı da kapkara is olurdu, haliyle!. Eh
ne yapalım, ispirto yoksa biz de öyle yapacaktık; başı gazyağı yakarak
ısıtacaktık. Yaktık, yaktık…. Gaz ocağının etrafında toplanıp
seyrediyoruz, baş ısınacak biz de pompalayarak ocağı yakacağız… Sonra
tencereye su koyacağız, (ne kadar konması gerektiğini bile bilmeden)
nişasta karıştıracağız, sonracığıma karışım sertleşince onu tepsiye
döküp soğutacağız…. Daha sonra, Şaban Amca’dan yarım kalıp buz
alacağız, ben marangoz olan babamın rendelerinden birisini yürütüp
getireceğim, ayrı ayrı evlerden getirdiğimiz ikişer adet cam kaselere
bicileri doğrayacağız…. Üzerine kubbe şeklinde rendelenmiş buz, onun
üzerine kendi imalatımız pudra şekeri, onun üstüne bici boyalı su ve de
Hoca Hediye teyzeden ganimetlediğimiz gül suyu! Yeme de yanında yat,
işte bici böyle olur be! “
“Ne haber Bicici
Cemal? Sen hala on kuruşa bici satma bakalım. Mahallenin, hatta
öbür mahallenin ve hatta Adana’daki bütün mahallelerin çocukları bizim
bicimizin müşterisi olsunlar da sen gör!” diye hülyaya dalmışken
Macit’in:
- Anaaaa! Kaçın
lan kaçın bu ocak patlayacak! feryadıyla kendimizi tam siper
bahçedeki curunun arkasına attık. (curun: genellikle su tulumbasının
önünde, kenarları yerden birkaç karış yüksekte, kare biçiminde küçük
havuzdur, ki burada biriktirilen su bahçe sulamasında vs. kullanılırdı).
Gerçekten de gazocağı
bir alev topuna dönüşmüştü ve hatta alevler ocağın etrafında halka halka
büyüyordu. Haliyle üzerine malzemelerimizi dizdiğimizi örtü de
tutuşmuştu ve şirketimizin ilk hammaddeleri gözümüzün önünde yok
oluyordu.
- Kovanız nerede lan Macit? dedim, çabuk söndürelim şunu, bak curunda su da var.
Tam ayağa kalkıyorduk ki gazocağından hırıltıya benzer garip garip sesler gelmeye başladı. Biz tabii ki yine tam siper!
Aradan on saniye bile geçti geçmedi yan taraftaki evden bir figan koptu:
- İtfaiyeyi çağırın komşular! Şaban emminin evi yanıyooooooo!
O zamanlar mahallede bir
adet telefon bile yok ki itfaiyeyi çağırasın. İtfaiye ancak dumanı
görürse gelir, yoksa bisikletle gidip haber vermen gerekir, ki bu
durumda da gelmeleri yarım saati geçer!
Ama o yardımlaşma yok
mu, o eski komşu yardımlaşması? Bir anda avlunun içerisinde
onbeş-yirmi kişi oluşuverdi, kimisinin elinde ıslak battaniye, kimisinde
su kovası, kimsinde kürek kürek kum…. O yangın orada söndü sönmesine
de, biz üç ortağın içindeki yangın yeni başlıyordu.
- Kim yaktı lan
bu ocağı burada? diye gürledi Şaban amca. Mavi gözleri daha bir çakmak
çakmak olmuş, kaşları Feridun Çölgeçen misali havaya kalkmış, korkunç
korkunç bakıyordu bize. Satmadık birbirimizi, aynı anda üçümüz birden;
- Ben! dedik.
- Ne halt etmeye kendi başınıza iş yaptınız lan veletler, dedi komşulardan Diyap Amca, biraz da sevecen bir tonda…
- Bicici Cemal on kuruşluk bici satmıyordu, biz de kendi bicimizi yapacaktık, dedi Macit, yere baka baka…
Meğerse Salih’in
getirdiği gazocağının haznesinin dibi delikmiş ve gazyağı sızdırdığı
için kullanılmıyormuş. Nereden bilebilirdik ki?
Bize büyük bir felaket
gibi görünen bu yangın olayı o kadar önemli bir şey olmamış olmalı ki
herkes Macit’in cevabına kahkahalarla güldü. Tahminlerimizin aksine,
kulağımızı bile çeken olmadı. Macit’in evi bizimkilere epeyce uzakta
olduğu için bu olay orada yerel olarak kaldı ve Salih ile benim
anne-babalarımız bu olaydan hiç haberdar olmadı. Yani, kısacası;
yırttık!
Birkaç gün sonra bizim
yaşamımız yine normale dönmüştü , yine evlerin sokağa düşen gölgelerinde
kulle, birdirbir gibi oyunlarımıza
devam ediyorduk ki Bicici Cemal’i duyduk:
- Buuuuzluuu biiiiciiiiiiii, on kuruşa da vaaarrrr!
Bizim kulaklarımızı çekmeyenler Bicici Cemal’in kulağını çekmiş olmalıydılar!
Adana, 25 Ağustos 2013
ADİL KARCI
BİCİ BİCİ HAZIRLANIŞI
Soğuk su ve nişastayı bir tencereye koyalım,hiç pürüz
kalmayacak şekilde karıştırıp orta ateşte yanan ocağa alalım, muhallebi
kıvamı alana kadar hiç durmadan karıştıralım, pişen muhallebiyi
ıslatılmış bir tepsiye 2 parmak kalınlığında olacak şekilde dökelim ve
soğuması için buzdolabında en az 6 saat bekletelim. Diğer yandan soğuk
suya bir çay kaşığının ucuyla gıda boyamızdan bir kahve fincanıda gül
suyundan koyup buz dolabına kaldıralım.
Nişastalı muhallebiyi kaselere küçük kareler halinde
keselim üzerine hazırladığımız kırmızı suyu ekledikten sonra karsambaç
ve pudra şekeri ekleyip servis yapalım.
AFİYET OLSUN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder