HOROZ ADAĞI
Sanırım 2003
yılıydı. Uzun yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş aile dostumuz bir
hanımın beni telefonla aradığında saatler gece yarısını çoktan geçmişti
ve ben bilmem kaçıncı uykumdaydım. Telefonun hiç çalmadığı o saatte,
“inşallah kötü bir haber değildir” diye içimden geçirerek, şimdi çoktan
emekliye ayrılmış olan ev tipi telefonun ahizesini kaldırdım. Saat
farkını unutmuş olmasından dolayı beni gece rahatsız etmiş olduğunu
açıklayan özür mahiyetindeki konuşmasından sonra ahbabım sadede
geldi. İki gün önce evin küçük kızının yavru köpeği
kaybolmuş. Bulunursa, adak olarak bir horoz kesip fakire vermeye karar
vermişler. Nitekim birkaç saat önce köpek bulunmuş ve ilk işleri
adaklarını vekaleten yerine getirmem için beni aramak olmuş!
Uyku mahmurluğu ile
“tabii yarın hallederim” gibi bir şeyler dedim. Dedim demesine
de ondan sonra bir daha da uyku tutmadı beni. Başladım kendi kendime
konuşmaya “Ulan hayatında ne bir adak adamışsın, ne bir adak kurban
etmişsin ne de bu adak-madak işlerine inanırsın. Ne demeye evet dedin
ki?” Yani, bana telefon açan hanım “Yarın sabah Adana’dan yola çık,
Rize’ye kadar bir uzanıver, oradan yaylaya çık, bize birkaç kilo Anzer
balı al ve Amerika’ya gönder” dese bu horoz adağı işinden çok daha kolay
olurdu benim için!
O yıllardaki
Adana’yı bilenler varsa hatırlarlar, şehrin ortasında eskiden adına
“Siptilli” denilen bir sebze pazarı vardı. Tezgahların üzerine branda
bezi, kaput bezi, beyaz çarşaf ve hatta hasır gerilmek suretiyle ilkel
bir “kapalı pazar” haline getirilen bu yerin karşısında ise sıra sıra
kasaplar bulunurdu. Kasapların tam orta yerinde ise bir fırın… Yani
insanlar hem etini, hem ekmeğini, hem sebzesini buradan alır ve başka
yere uğrama gereksinmesi duymadan tüm alışverişlerini bir çırpıda
bitirip evlerine dönerlerdi. Sonradan bu sebze pazarının arka
tarafındaki sokakta horoz, tavuk, hindi, kaz, ördek gibi kanatlı
hayvanlar satılan birkaç dükkan açıldı. Neredeyse tüm dükkanları
kaplayan koca koca tel kafesler içerisinde kimisi gıdaklayan, kimisi
vakvaklayan kimisi dövüşen bir sürü kanatlı hayvan bulunurdu orada. Hem
hayvanların yaşadığı zor koşulları görmeyeyim diye, hem de kümeslerden
gelen kötü kokuları teneffüs etmeyeyim diye, mecbur olmadıkça o sokaktan
geçmezdim.
“Horoz”, “adak”,
“kurban” gibi kelimelerin kafamda yarattığı türbülans dinmeden sabah
oldu. Bu zor görevden bir an önce kurtulmak amacı ile, kahvaltıyı bile
beklemeden doğruca kanatlı hayvan satılan o sokağa attım
kendimi. Önünde daraba, kepenk vs. olmayan bu dükkanlar zaten gündüz ve
gece mecburen açık kalırdı. Eline birkaç kuruş verilen özel bir bekçi
sabahleyin dükkan sahipleri gelene kadar bütün gece o nahoş kokulara
katlanır ve oradaki dükkanların hepsine göz kulak olurdu. Biraz erken
gitmiş olmalıyım ki dükkanların sadece birisinin önünde bir satıcı
bulabildim. Simsiyah kıvırcık saçlı, orta boylu esmerce bir delikanlı
keyifli keyifli bir sarma sigara tüttürüyor ve diğer elinde tuttuğu çay
bardağından (çay çok sıcak olduğu için olsa gerek) höpürdete höpürdete
yudumlar alıyordu. Birkaç metre solunda ise yine ona benzeyen ama yaşı
12-13 gösteren bir çocuk kafesten içeriye soktuğu bir çubukla tavuğun
bir tanesini kızdırmakla meşguldu. (Bu çocuğun diğerinin akrabası mı,
kardeşi mi, nesi olduğunu öğrenemedim ve de zaten hiç sormadım).
- Selamın aleyküm! Hayırlı işler!
- Ve aleykum selam abey! Hoş gelmişsen!
Polatlı’daki Topçu Okulunda geçirdiğim altı aydan sonra
askerlik görevime devam ettiğim Urfa’da (birçok kişi gibi ben de
Şanlıurfa demeye alışamadım hala) konuşulan bu Türkçeyi bir daha duymak
beni hoşnut etti. Zira o şehirde kaldığım sürede ben de bu “Urfa
Ağzı’nı” konuşmaya gayret etmiştim ve de terhisime kadar bayağı
becermiştim. Neyse, ben yine normal konuşarak:- Hoş bulduk, dedim.
- Abey ne lazımdır?
- Adaklık Horoz.
- Ahan bah burada 20’lik var 25’lik var amma yüsgek dersen 15’lik gene var.
Saydığı bu
rakamların fiyat olduğunu anlamamak için insanın salak olması
gerekirdi. Öyle ya, horozların yaşından bahsetmiyordu herhalde. Adının
sonradan Şehmuz olduğunu öğrendiğim bu gence:
- Sen bana en irisinden bir horoz bul da kes dedim.- Abey, en böyyügünü ne edicahsan? Adaklık deye mi alisan yohsam dövüştürecekmisan?
- Niye ki?
- Abey, irisi kart olur. Yine 25’lik verem ama orta boy daha eyidir.
- Eh tamam, hadi kes bir tane.
Kümesten içeriye dalmasıyla bir vaveyladır koptu. Horozların, tavukların kimisi uçuyor kimisi kaçıyor ama hepsi bir ağızdan gıdaklıyordu. Neyse, sonunda bir tane yakaladı. (Sanırım özel olarak seçmedi, hangisini yakaladıysa o).
- Vallah abey bir tane seçmişem ki, o gadder olur!
Artık dayanamazdım, ben de onun kullandığı Urfa Ağzı ile konuşup onun “özel horoz seçme” numarasını yemediğimi anlatmak istedim.
- Lo yeter daşgala ettiyiz! Kesecahsan kes da gidah!
- Vay abey, niye söylemisan hemşeri oldugun? Essah Urfalımisan?
- Yoh lo, ben orda çoh kalmişam ve çoh da sevirem Urfayi.
Hemşehrisine kavuşmuşçasına sevinen Şehmuz bu defa kısa bir taburede oturup bizi dinleyen yardımcısına (kardeşine ya da akrabasına) seslendi:
- La Muzo! Kalh biye bi keskin piççah getir. “Muzo” ya istinaden adının Muzaffer olduğunu tahmin ettiğim çocuk şaşkın şaşkın:
- Abey bilisan, zaten bizim bir dene piçagımız vardır.
Bir taneden daha fazla bıçağının olmadığının ortaya çıkmasına bozulan Urfalı hemşehrim kızgınlıkla bağırdı:
- De lo uzatma, get onu getir işte!
- Getiremem abey.
- Eliy koluy kırıhtır? Yoksa ayagin toppal olmuştur?
- Yoh abey, piçağı dün Necat abey almıştır.
- Neye aliy? Malbora zıkkımlanmayi biliy de kendine bir piççah alamiy mi?
Get getir, hem de o gavvata söyle bir daha bizim piççagi almasın.
Bana döndü:
- Abey, hem aliyler, hem geri getirmiyler. Bir de köreltiyler, işin yoğusa piçah bile. Vallah alti dene vardi. Ahan bir haftede bir dene galmiş. Görisan işte! Haksiz miyam?
Laf uzamasın diye sadece kafamı sallamakla yetindim. Muzo (ya da Muzaffer) sanki kendisine bağırılmamış gibi yavaş hareketlerde yerinden kalktı ve koşuyormuş gibi yaparak ağır çekim hareketlerle dükkanın yan tarafından arkaya tarafa dönerek kayboldu. Ama tabureden kalkerken sırıtarak bana bakması bıçak konusunda gaf yapmadığını, tek bıçakları olduğunu kasıtlı olarak söylediğini anlamama yetmişti. Kimbilir neyin intikamını alıyordu “Şehmuz abey”inden!
Neyse, beklenen o meşhur bıçak geldi ve bizim Şehmuz horozu aldı arka tarafa bir yere gitti. Biraz sonra bir elinde horozun gövdesini, bir elinde horozun kafasını sallaya sallaya geldi.
- Abey bunu ne edecahsan? Götürecahmisan?
- Yokmu burada ihtiyacı olan bir fakir? dedim.
- He vallah bah garşida bir eskici emmi var. Yaslidir, gariptir. Ona verah? Tablasinda satacah birsey de yohtur aslinda, vakit geçirmege geliy her vakıt.
Ben tamam deyince elli metre kadar uzakta duran yaşlıca adamın yanına gitti, bir şeyler konuştu ve horozu ona verdi. Adam ayağa kalktı bana döndü ve sağ elini göğsüne koyarak uzaktan teşekkür etti. Ben de başımı öne eğerek aynı hareketlerle teşekkürünü kabul ettim. Sesle iletişim menzilinin aşıldığı yerde kullanılan işaret lisanı işte…
Parasını sayarken Şehmuz dayanamadı:
- Abey sormasi ayip, bu neyin adağıdır? Yalan söyleyemezdim:
- Amerika’da oturan bir ahbabımın kızının kaybolan köpeği bulunsun diye adamışlar, köpek de dün bulunmuş.
Yüzüme inanmaz inanmaz baktı:
- Gurban sen bennen dalga mi geçisan?
- Valla Şehmuz olay bu.
O ana kadar hiç
neşesini kaybetmeyen, yerinde duramayan cevval Şehmuz gitti, yerine ağır
başlı, hüzünlü bakışlı yaşlı bir adam geldi.
- Abey bilimisan? Beni ölümden kurtarmah için bile bir sinek kesmeyi adayacak kimsem yohtur!
Oradan ayrıldıktan beş on adım kadar sonra geriye baktığımda kendi kendine konuşuyordu:
- Köppek için horoz adiyler ha?
Ve de gözlerinin altında yeni yeni beliren parıltılar sanki gözyaşıymış gibi geldi bana….
Adil Karci
26 Temmuz 2013
Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder