CEBİNİZDE AKREP Mİ VAR ?


Akrep-1
CEBİNİZDE AKREP  Mİ VAR ?
Bu soruyu kime sorarsanız sorun, üç aşağı,beş yukarı alacağınız cevap;
-       Yoook!, veya;
-       Niye, herkes cebinde akrep mi gezdiriyor ki bana bu soruyu soruyorsun?,
Ya da;
-       Ne, ne, neee?  Akrep mi dedin?”, Manyak mısın sen yaa? veya;
-       Niye lan, ne zaman ödeyeceğim hesabı  başkasının üstüne  yıkmışım ki?  Ben beleşçi miyim? gibi bir şey olacaktır.  Zira,  birincisi; normal olarak kimse cebinde akrep taşımaz, ikincisi; ise    “adamın cebinde akrep var,  paraya kıyamaz ki” meyanındaki  mecaz nedeni ile,  hiç kimse “evet cebimde akrep var” diyerek “avantacı” damgasını yemeyi  kabullenmez. 
Bu soru size sorulduğunda bunlardan başka bir cevap  verir miydiniz  bilemiyorum, ama  bana sorulsa,
-       Valla şimdi  cebimde akrep yok ama zamanında her cebimde bir tane vardı, diye cevaplardım.
Sipahi
Osmanlı İmparatorluğunun ödeyemediği dış borçlarının ödenmesini sağlamak üzere kurulmuş olan Düyunu Umumiye İdaresinin ikna edilmesi sonucunda ülkedeki üretilen tütünün ekim, alım, işleme ve satış hakkı Fransızların kurduğu ve kısa adı Reji (Regie) olan “Societe de la Regie Cointeresse des Tabacs de l’Empire Ottoman”  şirketine verilmişti.  (1925 yılında millileştirilen bu şirket o tarihten sonra faaliyetini bir Türk şirketi olarak “Tekel” adı altında yürütmüş ise de   2008 yılında  British American Tobacco şirketine satılmaktan kurtulamamıştır.)
Yenice
Biz daha doğmadan  önce  bu şirketin adı “Tekel” olarak değişmişti ama bizim gençlik yıllarımızda bile halk arasında tütün ve sigara fabrikasından bahsedilirken “Tekel” yerine hala “Reji” kelimesi kullanılırdı.  İşte bu Tekel’in ürettiği sigaralardan bizi cezbeden üç tanesi vardı; Gelincik, Yenice ve Sipahi.  Hayır, yanlış anlamayın, hiçbirimizin o yaşlarda bir tek nefes bile çekmişliğimiz yoktu, da, bizi ilgilendiren  sigaralar değil  onların kapaklı karton ambalajlarıydı.  Aralarında en değerlisi Sipahi idi.   Hem fiyatı yüksek olduğu için çok fazla tüketilemediğinden (ve bu nedenle de boş paketlerini bulmak diğerleri kadar kolay olmadığından) ve hem de kapağındaki resim ve renkler daha güzel olduğundan, çocuklar arası alış-verişte boş bir Sipahi paketi  dört adet Gelincik veya iki adet Yenice kutusu değerindeydi.  Metal sigara tabakası şeklinde üstten kapaklı olan bu sigara paketleri sert kartondan yapılırdı ve kolay kolay ezilmezdi.   Hatta, kesesi müsait olmayan (ama hava atmaya meraklı) bazı tipler,  Köylü, Asker, Bafra gibi kağıt ambalajlı, ucuz  sigaraları buldukları boş bir Sipahi paketine yerleştirerek ceplerinde taşırlardı. Tanımadıkları insanlar zaten kendilerinden sigara isteyemeyecekleri için yabancılara karşı  foyaları meydana çıkmazdı.  Tanıdık birisine sigara ikram etmek durumuna kaldıklarında ise “Yaa sabah bir paket Köylü aldım, kabı darmadağın oldu, ben de buna doldurdum” diyerek zevahiri kurtarmaya çalışırlardı.
Gelincik
-       Sen gaç dene duttun lan?  dedi  bizim meşhur Malak Macit.
-       Üç tane!   dedim böbürlenerek.
-       Ben de tutacaadım da, tam çekerkene iki denesi gaçtı.  İyi dutmuşun ha lan, üç denesi de cebingde mi hinci?
-       Heye, gösteriim mi? diyerek ceplerime yerleştirdiğim üç Yenice paketini çıkartıyordum ki kan kardeşim Salih’in küçük kardeşi kıvırcık Hanifi üst üste koymuş olduğu elindeki dört Gelincik paketini bize uzatarak,
-       Bende döyt tane vay!  dedi.
Yine günün şampiyonu olamamıştım.  Zamanı mıydı yani, nereden çıkıp gelmişti şimdi bu velet? 
-       Hani lan, hani?  dedi Macit, meraklı meraklı…
-       İştee, dedi Hanifi ve elindeki dört sigara paketini birer birer yere koydu. 
Hepsini dikkatlice açan Macit;
-       Hem bunnar gocuman gocuman lan?  Nerde duttun lan bunnarı?
-       Poytakal bahçesinin kenayında, çoook vay çoook!
-       Hadi gidek biz de dutak, dedi Malak. 
Az tutabilmiş olmanın can sıkkınlığı ile;
-       Geç oldu artık, eve gidek.  İstersen yarın gidip tutarık, dedim.
-       E, damam o vakıt, bunnarı salak gitsing mi?
-       Hepsini salalım, dedim, onlar yollarını bulur yuvalarına giderler.
Cebimizden çıkarttıklarımızla beraber yerdeki sigara paketlerinin de kapaklarını dikkatlice açtık ve ters çevirip birer birer yere çırptık.  Aralarında paketten düşmemek için direnen birkaç tanesi olduysa da sonuçta sekiz akrep yere düşmüş ve üst üste kümelenmişti.    Önce kımıl kımıl birbirinden çözüldüler, sonra yavaş yavaş değişik istikametlere doğru yürümeye başladılar.
-       Geşkem yuvalarına yakın bıragaydık, dedi Macit, bunnar gece deliklerine gidene gader belkim de yolda gediler yir!
-       Kedi akrebi yiyemez lan, bi sokarsa kediyi hemen öldürür allama!  Bende de beş paket var, bunları da açak hadi.
Kankardeşim Salih’in geldiğini fark etmemiştik.  Meğer o da akrep avındaymış ve tam beş tane tutmuş o gün!  Yani tutmuş olduğum üç akreple benim günün şampiyonu  olabilmem zaten hayalmiş!
O zamanlar balmumu en çok köşkerler (ayakkabı tamircileri) ve deri işleri yapanlar tarafından kullanılırdı.  Dikiş için kullanacakları pamuk ipliğini, hem sertleşmesi  hem de kayganlaşması için,  balmumu ile sıvarlardı.  Biz ise balmumunu akrep ve örümcek tutmak  için kullanırdık.  Nasıl mı? Anlatayım, önce bir kulaç kadar uzunlukta kalınca bir ip bulacaksınız.  Sonra, ağınızda çiğneyerek (veya  bir şekilde ısıtarak) yumuşattığınız kulle (bilye) kadar bir bal mumu topunu   ipin bir ucunda, parmaklarınız arasında iple beraber yuvarlayıp uzunca bir yağmur damlası şekline getirip ipe yapıştıracaksınız.    Hepsi bu kadar, akrep oltanız tamam!
Örümcek yuvaları ile akrep yuvaları birbirine benzer.  Deliklere bakan acemi birisi hangisinin akrep hangisinin örümcek yuvası olduğunu bir bakışta söyleyemez.  Aslında aralarında iki belirgin fark vardır. Örümcek delikleri toprağın içerisine dikine doğru inerken akrep delikleri yuvaya biraz eğimli gider.  Bir de örümcek yuvalarının girişinde belli belirsiz bir beyazlık olur, ki bu da örümcek salgısının delik ağzına bulaşmasından kaynaklanır.  Bunları bilmeyen acemi yarışmacılar çoğu zaman akrep  yerine örümcek tutarlardı (ki örümcek tutmak çok daha kolaydır) ve yaptıkları bu yanlışlık yüzünden çocuklar arasında maskara olurlardı.
O yaşlarda  yarışma amaçlı yaptığımız akrep tutma oyunu aslında bir yarışma olduğu kadar bir cesaret gösterisiydi de.  Akrep tutmaya fazla meraklı değildim ama “korkak” damgası yememek için her yarışmaya ben de katılırdım.  Akşam bir araya gelip tutulan akrepler sayıldığında bir adet bile akrep tutmuş olmak yeterli cesarete sahip olmak demekti.  Genelde, bizden birkaç yaş büyük olan Özdemir en fazla akrebi tutar ve birinci olurdu.  Bir defasında tam dokuz akrep tutmuştu.  Zaten bu rekor hiçbir zaman da kırılamadı.  Fazla akrep tutabilmek için, “acaba dışarıya çıkar mı” diye, akrep yuvasını su ile doldurmak gibi bir hileye baş vurduğumuz da oldu ama akrebin su altında uzun süre yaşayabilme özelliği bizim çabalarımızı boşa çıkardı.  Yani, bu işin hilesi hurdası olmuyordu ve balmumlu ipten başka seçeneğimiz yoktu.  Üstelik bir delikte sadece bir akrep yaşadığından, bir defada iki akrep tutma gibi bir şansa da sahip değildik.
O yıllarda Adana barajı yeni yapılıyordu ve henüz ovaya su verilmemişti.  Bu nedenle, ovada buharlaşma az olduğundan, yaz aylarında hava şimdi olduğu kadar nemli olmazdı.  Yaz aylarının “uçan kuşu düşüren” Adana sıcağı ile kupkuru havanın bir araya gelmesi  memleketi çöle çevirirdi.  Bu nedenle de, yerleşim yerleri henüz seyrek olan şehrin göbeğinde bile, çöl iklimini seven akrebe bolca rastlamak mümkün olurdu. Böcekle beslenen akrepler yuvalarından genellikle gece çıktıkları için gündüz pek tehlike arz etmezlerdi ama gece dikkatli olmakta fayda vardı, çünkü yiyecek bulamadıklarında evlere de girerlerdi.  Yatak altları, taş altları, kuytu köşeler, ayakkabı ve terlik içleri yuvalarından sonra en sevdikleri yerlerdi saklanmak için.
Bir keresinde, Özdemir  yakaladığı iri bir akrebin intihar edişini seyretmek için hayvanın çevresine ispirto döküp halka şeklinde bir ateş yakmıştı ama zavallı akrep kendi kendisini sokarak zehirlememiş, resmen kavrulup ölmüştü.   (Akreplerin intihar amacı ile iğnelerini kafalarına saplayıp kendilerini zehirlemelerinin sadece bir söylenti olduğunu ve kendi zehirlerine zaten bağışıklıkları olması nedeni ile böyle bir şeyin mümkün olmadığını nice sonra öğrenecektik).   Akrebin yanarak ölmesine gerçekten çok üzülmüştük.  Sivrisinek hariç, hiçbir hayvanı öldürmezdik. Elimize aldığımız bir çubukla börtü böcekle, kertenkele yavruları ile, kurbağalar ile biraz oynar, sonra salıverirdik onları.  Buna akrepler de dahildi.  Onları serbest bırakmamızın nedeni sadece hayvan severlik duygusu değildi tabii.  Öldürerek kökünü kurutursak,  yarışma için tutacak akrebi sonra nereden bulacaktık? 
Bir elimizde ucu mumlu ip, diğerinde ince esnek bir çubukla orası senin burası benim diyerek bahçe kenarlarında, orada-burada akrep deliği arardık.  Örümcek tutmayı bir maharet saymasak da, akrep bulamadığımız günlerde vakit geçirmek amacıyla örümcek de tuttuğumuz olurdu. Ama “ bak ben örümcek olduğunu bilerek tutuyorum ha” manasına,
-       Ben böbü tutacam!   beyanında bulunurduk tutmadan önce, ki sonradan gülünç duruma düşmeyelim diye.
Elimizdeki çubuğu akrep yuvasına hiç sokmazdık, zira çubuk hayvana zarar verebilirdi.  İpin mumlu ucunu yuvadan içeriye döndüre döndüre indirirdik.  Arada bir ipi gergin hale getirip ipin ucundaki balmumuna bir dokunma olup olmadığını hissetmeye çalışırdık. Küçük bir titreşim hissedince de ipi aşağı yukarı oynatarak akrebi kızdırırdık.  Sonuçta kıskacını balmumuna  geçiren akrep muma yapışan kıskacını  kolay kolay kurtaramaz  ve böylece yavaş yavaş delikten dışarıya çekilirdi.  Önceden  kapağı açılmış olan  bir sigara paketinin içerisine yerleştirilen akrebin kafasına  bir çubuğun ucu ile bastırılır ve böylece akrep balmumlu ipten kurtarılırdı.  Akrep çubukla basılı haldeyken sigara kutusunun kapağını hemen kapatmak gerekirdi, yoksa  kutudan çıkar ve  sağa-sola saldırırdı.  Dışarıya kaçan akrebi tekrar kutuya koymak da pek de kolay olmazdı hani.
Mahallemizdeki portakal bahçesinin sahibi, bahçenin ana yol tarafındaki yarısında dikili olan tüm ağaçları kestirmiş, bahçenin o bölümünü arsa haline getirmişti ve kafasına göre parselleyip parselleyip satıyordu.  Satılan yerlere birer birer evler yapılmaya başlanmıştı ama daha bir sürü arsa boş duruyordu ve  bu boş arsalar da bize oyun sahası olarak hizmet veriyordu.  Yarısı arsa olarak satılmaya başladığından, bahçenin halen ağaçlı kalan kısmı da gözden çıkartılmış gibiydi ve oraya da girip serbestçe Tarzancılık, kovboyculuk gibi oyunlar oynuyorduk.  Taa ki bahçenin bir kenarına köşker Mustafa emmi yerleşene kadar.
Köşker Mustafa’yı mahalleye geldiği güne kadar tanıyan, bilen hiç kimse yoktu.  Bir gün sabah erkenden bir yaylı at arabası ile gelmiş, bahçenin kenarındaki bekçi kulübesine yerleşivermişti. O zamanlar polise yardımcı olan mahalle bekçileri vardı. Geceleri uzun uzun düdük çalarak varlıklarını belli ederler ve vukuat olduğunda  da daha kısa ve tiz düdük sesleri ile birbirlerini yardıma çağırırlardı.  Bekçi Süleyman amca mahalleye yeni gelen Köşker Mustafa’yı çoktan ifadeye çekmiş ve onun kimliği hakkında mahalleliye bilgi vermişti.  Niğdeli olan bu köşker, portakal bahçesinin sahibi Yusuf amcanın asker arkadaşıymış.  Niğde’deki karısı ve çocukları ile kavga edip evini terk etmiş ve Adana’ya gelmiş.  Haliyle Adana’daki tek tanıdığı olan asker arkadaşından yardım istemiş ve onun bahçesindeki bekçi kulübesine mitili atmış.   Tek gıcık aldığı ve korktuğu hayvan akrep olduğu için de tahta ranzasının ayaklarını su dolu tenekelerin içine  daldırıp öyle yatıyormuş.  Buraya kadar iyiydi de, bahçeye sığıntı olarak yerleşen köşker Mustafa kısa bir zaman sonra tüm bahçeyi satın almış gibi davranmaya başlamıştı ve kendisinin orada olduğu saatlerde hiçbirimizi bahçeye bırakmaz olmuştu.  Kısacası, en iyi oyun alanlarımızdan birisini kaybetmiştik.
Kıvırcık saçlarına tek tük aklar düşmeye başlamış olan Mustafa henüz ellili yaşlara varmamış gibi gösteriyordu.  Tıknaz bedenini bir sağa bir sola yatırarak sallana sallana yürür  ve arada bir  durup “Gunduraa taamiiir ettirennnngggg” diye bağırırdı.  Mahalleye gelişinin üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen mahalleli ile hiçbir iletişim kurmamıştı ve sadece kendi dünyasında yaşıyordu.  Öğleye kadar gezdiği diğer mahallelerden topladığı eski ayakkabıları öğlenden sonraları kulübesinin önüne kurduğu seyyar tezgahında tamir eder, onları güzelce boyar ve ertesi gün  sahiplerine dağıtırdı.  Bu nedenle, biz Tarzancılık bahçemize ancak onun dışarıda olduğu sabah saatlerinde girebiliyorduk.  Kendisini çalışırken seyretmek için ne zaman kulübesine yaklaşsak, her zaman asık olan suratın daha da asar,   “Defolun buradan lan, hadi evinize, yallah!” diye bağırır ve sanki bize eliyle bir şey fırlatacakmış gibi bir hareket yapardı.  Yani, ne o bizi sevebildi ne de biz onu. 
-       Yağın akğep tutacacaaz, bütün çocuklağ sabahtan gelsin!  dedi, “r” harfleri   özürlüsü Özdemir. 
Yaşı bizden biraz büyük olduğu halde mahallede “abi” demeyip adı ile hitap ettiğimiz tek çocuk Özdemir idi.  Belki arkadaş olacak akranı olmadığı için “abi” olmak istememiş ve böylece bizim yaş gurubumuza katılmıştı veya çocuksu yüzü ona “abi” dememize engeldi.  Her ne ise ne….
-       Akrep tutmaca yarışı mı var?  dedim.
-       He ya vağ.  En çok tutana bir fığındak mükafatı da vağ!  Heğ tutana da heğ akğep için beş kulle veğecem!
Ertesi sabah ellerimizde çifter çifter mumlu iplerle dağıldık boş arsalara.    İşin ucunda gıcır gıcır bir fırındak (topaç) vardı, boru mu?  Herkes canla başla akrep peşinde tabiatıyla…
-       Aha lan, bi dene duttum!  diye bağırdı Malak.  Her zaman akşama kadar bir akrebi zor tutan Macit bu defa bizden önce siftahı yapmıştı ve bize göstere göstere akrebini Sipahi kutusuna yerleştiriyordu.  Babası bakkal olan  Sipahi kutusunu daha kolay bulurdu tabii ki!   Neyse, bende yine beş Yenice kutusu vardı, ki bu da önemli bir şeydi.  Diğerleri ise hep Gelincik kutusuna talim ediyorlardı.
-       Onu ben önce gördüm, başka yere git!  dedi Salih, yanındaki Rıfat’a, parmağı ile bir akrep deliğini göstererek.
-       Niye lan, orası babanın malı mı?  diye karşılık verdi Rıfat ama fazla da üstelemedi ve başka bir delik bulmak üzere yere baka baka yürüdü.
Akşama kadar  toplam onsekiz tane akrep tutabilmiştik.  Büyük ödül olan fırındağı Malak Macit aldı, acemi şansı işte!  Bizler de tuttuğumuz akrep sayısına göre kullelerimizi aldık.   Özdemir sözünde durmuştu durmasına ama akrepleri salıvermemize izin vermiyordu.   “Onlağ bu gece bende duğacak!” dedi.  Patron oydu artık, itiraz edecek halimiz yoktu ama en küçüğümüz kıvırcık Hanifi dayanamadı;
-       Akrepleyi yakacan mı? 
-       Yok valla, ben hepsini gece kendim bığakacam.
-       E, sigaya kutulayı?
-       Sabah hepsini geği veğecem, söz.
Pek bir şey anlamamıştık  ama yapacak fazla bir şey olmadığı için evlerimize dağıldık.  Ertesi sabah kahvaltımı etmiş pencereden dışarı bakıyordum.  Yolun kenarında Rıfat Salih’i karşısına almış heyecanlı heyecanlı ona bir şeyler anlatıyordu.  Uzakta oldukları için hiçbirşey duyamıyordum ama anlattığının önemli bir konu olduğu belliydi.  Dayanamayıp evden fırladım ve yanlarına gittim.  Meğerse köşker Mustafa tası tarağı toplamış gidiyormuş!  Yani, Tarzancılık bahçemize yeniden kavuşuyormuşuz!
Bu haberi duyan beş-altı kadar çocuk soluğu Mustafa’nın evinin önünde aldık.  Oraya geldiğimizde adam bir yandan kiraladığı yaylıya eşyalarının yüklenişini seyrediyor  bir yandan da kendi kendine küfürler savuruyordu.   Yükleme bitip de araba hareket edince bize döndü:
-        Alın bahçenizi başınıza çalın!  Kına yakarsınız artık!  diye bağırdı.
 Sonradan öğrendik; iki gün öncesi öğleden sonra çıkan rüzgardan faydalanmak isteyen Özdemir  kuş (yani uçurtma) uçurmak istemiş ama daha kuşu dikemeden (yükseğe kaldıramadan) Köşker Mustafa’nın kulübesinin damına düşürmüş.  Mustafa’dır bu, çocuğa kuşunu geri vermek yerine parçalayıp atmış.  Buna içerleyen Özdemir de intikam için onun en korktuğu hayvanı silah olarak kullanmayı planlamış ve bu nedenle o gün  bize ödül vaat ederek akrep tutturmuş.  Akrepleri bizden aldığı akşamın gecesi, adam yatmak için içeriye girdikten sonra, onsekiz akrebin hepsini birden kulübe kapısının önüne dökmüş.   Haliyle gece birkaç tanesi içeriye girmiş olmalı ki, sabah uyandığında adamcağız kendisini barakadan dışarıya zor atmış.  Korkudan tekrar içeriye giremediğinden dolayı da hemen gidip bir arabacı ile anlaşmış.  Bu nedenle olsa gerek, bütün eşyaları arabacı teker teker açıp çırpıyor ve arabaya yerleştiriyordu.   Taşınma işlemini uzaktan seyreden köşker Mustafa’yı  bir daha mahallede hiç gören olmadı ve Özdemir’in bu akrep komplosu da biz çocuklar arasında bir sır olarak kaldı. Hiçbirimiz boşboğazlık edip bu olayı büyüklerimize anlatmadık, zira akrepleri biz tutmuştuk ve adamı sokup öldürselerdi hepimiz katil sayılacaktık!
Sizin cebinizde akrep mi var?
Efendim?  Duyamadım?
Adil Karcı
Akrep-3

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder