Serin eser sabah yeli
Kınalanmış minik eli
Bu kızı sevmeyen oğlan
Ya aptaldır ya da deli
Mahallenin maviş gözlü tek kızı Neşe sağ elinde
tuttuğu sarı yirmibeşliği nane şekerci Mehmet Abi’ye uzatmadan önce
sıkı sıkı yumduğu sol avucunu açıp mahcup mahcup ortasındaki kına izine
baktı. Bir gece önce komşu kızı Binnur ablanın kına gecesine gitmişti
annesiyle beraber. Onun da avucuna fındık kadar bir top kına koymuşlar,
üzerine bir sarı yirmibeş kuruşluk madeni para bastırmışlar ve elini
beyaz bir mendille sarıp bağlamışlardı. Sabah kalkar kalkmaz elindeki
mendili çözüp çıkartmış ve yirmibeş kuruşu da yıkayıp cebine
koymuştu. İşte şimdi bu yirmibeş kuruşun on kuruşuyla naneli şeker
alacaktı ama sabahtan beri sımsıkı yumduğu ve hiç kimseye göstermediği
avucundaki kınayı bu adam nereden biliyordu?
Nane şekerci Mehmet
abinin önünde uzayan müşteri kuyruğundaki ben dahil birkaç oğlanın
söylenen bu maniden sonra kıkırdamaya başlamamız üzerine Neşe
şekerlerini alıp hızla eve kaçtı.
Kızın arkasından gülümseyerek bakan Nane şekerci
Mehmet elindeki beş kuruşu kendisine uzatan kan kardeşim Kürt Salih’i
(soyadı Örek’ti) görünce bir mani daha yaktı:
Biri çiçek biri böcek
Şans yarın sana gülecek
Uçkurunu sıkı bağlaDikkat et donun düşecek !
Hakikaten de şalvar-pantolon bozması donu hep düştü düşecek durumda olurdu Salih’in. Kankardeşim gayri ihtiyari pantolonuna baktı ve acele ile yukarıya çekiştirdi. Tabii kuyruktakilerden gelen bu defa kıkırdama değil kahkaha… Ama biraz sonra sıra kendisine geldiğinde övgü mü yoksa eleştiri mi işiteceğini bilmeyen oğlanların da içi pırpır etmiyor değildi bu arada yani…
Nane Şekerci Mehmet
birkaç yıldır haftada ortalama iki kere mahallemize geliyor, elindeki
orta boy bir tepsiye yığdığı beyaz renkli nane şekerlerini doğaçlama
olarak okuduğu maniler eşliğinde satıyordu. Sadece naneli şeker (yanlış
olsa da biz “nane şekeri” derdik) satışıyla geçim temin edilebilir
mi? Edilirmiş demek… Otuzlu yaşlarında gösteren Mehmet Abi’nin
Türkçesi çok düzgündü. Nereden geldiğini kimse bilmiyordu ama
Adana’lı, orta Anadolulu, Doğulu veya Güney Doğulu olmadığı
kesindi. Yoksa hemen şivesinden anlardık, zira mahallemizdeki Osmanlı
mozaiği bize bir insanın şivesinden nereli olduğunu bilme tecrübesini
küçük yaşlarda kazandırmıştı. Olsa olsa, Mehmet Abi İzmir’lidir
derdik. Nedense İzmirli olmayı yakıştırırdık ona. Belki büyüklerimiz
sorup öğrenmişlerdi nereli olduğunu ama biz kesin olarak bilmiyorduk ve
aslında çok da merak etmiyorduk. Kısaya yakın boyu, sıska bir bedeni,
avurtları biraz çökük yüzü, dalgalı kumral saçları olan Mehmet Abi’nin
çevik hareketleri nedeniyle kendisine“çitlenbik Mehmet” lakabını
takmıştık. Temiz giyimliydi. Elindeki tepsiyi sol eliyle omuz
hizasında tutar ve sağ omzunda tertemiz bir bez asılı olurdu. O
yıllarda Adana toz toprak içerisinde olduğundan, naneli şekerlerin
üzerinde de her zaman bir beyaz tülbent örtülü olurdu. Tahminlerin
aksine, naneli şekerler yeşil değil beyaz renkteydi. Bu şekerleri
kendisi mi imal eder, yoksa bir yerlerden toptan mı alıp satardı, bunu
da hiç bilemedik.
Kocası Sümerbank Bez
fabrikasında itfaiye eri olarak çalışan komşumuz Zahide Abla bahçe
kapısına çıkmış, düğmesini dikmekte olduğu bir gömleği sol koluna asmış
bir şekilde elini beline koymuş, bir yandan da sağ elindeki kabak
çekirdeklerini çinterken bu “manili şeker satışı”nı izliyordu. Onun
şeker filan alma niyeti olmadığını sezen Mehmet Abi Zahide ablaya doğru
döndü:
İçimde hicran yarasıNaneler ekmek parası
Bugün şeker almaz isen
Olacaksın yüz karası !
Atik bir hareketle kendisini geriye atan “Çitlenbik Mehmet” ise gülerek yine başladı:
Yanlış düğme dikiyorsun
Bana “s.tir git” diyorsun
Sana müjdem var ablacım
Akşama dayak yiyorsun!
Aslında söyleyen de söyleten de memnundu bu
atışmadan. Üstelik bu ikili arasındaki bu tür çemkirme ilk de
olmuyordu. “Şimdi kime bulaşacak?” diye merak eden biz çocuklar da
Mehmet abi mahalleden gidene kadar hep peşindeyiz tabii. Aldığımız
şekerleri o gitmeden yiyip bitirmişsek eğer ve paramız da varsa hala,
ondan tekrar tekrar şeker aldığımız da olurdu. Naneli şekeri yemenin de
doğru tarzını geliştirmiştik, hem daha fazla tat almak, hem de
bitmesini geciktirmek için. Nasıl mı? Bak, leblebi tanesi
büyüklüğündeki (ama biraz yassı) naneli şekeri dilinin ortasına
koyacaksın. Öyle “kıtır, kıtır” yemek yoook! Biraz bekleyeceksin ki
azıcık erisin. Yavaş yavaş ağzının içerisine keskin bir mentol kokusu
yayılır. Biraz daha beklersen damağında buzzz gibi bir serinlik
hissedersin. Bu serinliği artırmak istersen, dudaklarını azıcık
aralayacak, dişlerinin arasından içeriye hafif hafif
soluyacaksın. Hızlı nefes almak olmaz, çünkü aniden burnundan havayı
dışarıya vermeye kalkarsın ve maazallah o serinlik hissi birdenkeskin
bir yanma hissine dönüşür, burnunun direği de kırılır!Az ötede elinde para ile bekleyen Hamide Hanım’ı gören naneli şekerci kısa ama çabuk adımlarla onun önüne dikildi. Manisini nağmeli nağmeli söylemeyi bitirmeden tepsiyi omuz hizasından bel hizasına kadar indirdiğini hiç görmediğimiz Mehmet abi başladı:
Eşarbı biraz kırışmış
Eşarp dallı güllü amma
Ablama da çok yakışmış!
“Hayde güzel nane şekeerrrr!”
Önce on kuruşluk şeker almayı düşünen Hamide Abla, bu güzel maniden sonra;
“Hadi yirmibeş kuruşluk olsun bari” deyiverdi.
Ekmeğin on kuruş olduğu
zamanlar yirmibeş kuruş epeyce bir paraydı naneli şeker
için. Delikli yüz paraya beş adet, beş kuruşa on adet, on kuruşa yirmi
adet şeker alırdık. Yirmibeş kuruşluk alanlara ise şekerler minik kese
kağıtları içerisinde sunulurdu.
Yaşları 18-20 civarında olan mahallenin gençleri olan
“ağabeyler”imize de maniler yakar ve şeker satardı Mehmet abi, ama
nedense onlara torpil gerçer, birkaç tane fazla naneli şeker
verirdi. Belki de mahalleye sokmazlar diye çekinirdi onlardan,
kimbilir? Aslında (benim hatırladığım kadarı ile) bu gençler herkese
çok saygılıydılar ve de hiç kavga gürültü etmezlerdi. Çelik-çomak, uzun
eşek, birdirbir ve kulle (gülle, bilye) oyunlarını onları seyrede
seyrede öğrenirdik. Kendilerinden küçük olan biz ufaklıkları
yanlarından kovmazlar, bazen oyunu durdurup bize oyun kaidelerini
anlatırlardı. Ama hiçbirisi bizimle oynamaz ve elimizdeki çelik-çomak
veya bilyeleri ütmeye (kumarda kazanmaya) kalkışmazlardı. Hatta, kendi
aralarındaki oyunda çok fazla bilye kazanan birisi olursa, bize birkaç
bile hediye ederdi.
Bunların kimisi Diyarbakırlı, kimisi Adana’nın yerlisi, kimisi Malatyalı, kimisi İstanbullu, kimisi Erzurum-Erzincan’lıydı.
Biribirleriyle konuşurken genellikle;“Lan, Arap çocuğu, bir sigara atsana bana?”
“Ne zaman sigaraya başladın lan Kürdo?”
“Sende sigara var mı İstanbul kibarı?
“Bende yok Laz oğluna sor.”
“Sigara içtiğini görürse baban kemiklerini kırar ha Dadaş”
gibi cümleler kurarlardı ama kullanılan kelimelerden hiç birisi gocunmazdı. Çünkü
hepsi “Türküm, doğruyum, çalışkanım….” demişlerdi okulda yıllar yılı, her sabah.
Ve Türk olduklarını biliyorlar, alt kimliklerini de gırgır olsun diye kullanıyorlardı.
Bir defa gerçekten
çoğu birbiri ile kan kardeştiler. O zamanlar yakın arkadaşlığın bir
gömlek üstü “kan kardeşlik” idi. Haliyle benim de birkaç tane
kankardeşim oldu zaman içerisinde. Sonradan kaybettik
birbirimizi. Yaşıyorlarsa tanrı uzun ömür versin, öldülerse rahmet
etsin!
Bugün geldiğimiz şu durumumuza bakıyorum da…
Keşke çocuk
kalabilseydik ve Kürdüyle, Dadaşıyla, Arabıyla, Lazıyla, yani kan
kardeşlerimizle, hep beraber Nane Şekerci Mehmet Abi’nin yolunu
gözleseydik!
Antalya, 31.07.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder