BİCİ BİCİ HOLDİNG



fotoğraf 3(1) 


BİCİ BİCİ HOLDİNG
Vay be!  Demek bunca yıl hepinizden saklamış bir de “kurduğu bici bici işine artık Adil beni ortak etmez” numarasına yatarak hepinizi hala  uyutmaya devam ediyor ha?  Bu kadar yıl gizleyebilmek….!  Tebrik ederim seni Timur, pes valla!

Birnur Kardeşim, Timur Abiciğine bir sor bakalım;

  • Yıldızları “temaşa” ederek vakit geçirmek için aldığı o Hubble’ın üçüncü kuşak akrabası baboş teleskopu hangi geliri ile alabilmiş?
  • Doktorların maaşları giysilerinin iki yakasını bir araya getirmeye yetmezken, (zavallılar bunun için koca koca çengelli iğne kullanıyorlar artık)  Timur kardeşim nasıl oluyor da “ekmek elden, su gölden” misali zevk-u-safa içerisinde yaşamını sürdürdü bunca yıldır? Doktorluk geliri ile mi?
  • Bir gözü devamlı gökyüzünde, diğeri web sitesindeki mavralarda iken, çalışmaya, dolayısı ile para kazanmaya nasıl vakit bulabildi ki?  Yoksa çalışmaya ihtiyacı mı yok acaba?

Eee?  O zaman nereden geliyor bu değirmenin suyu?  
Şimdiye kadar size hiç “SÜ-KAR HOLDİNG”den bahsetti mi?  Eminim etmemiştir.  Anlatayım o zaman;

Tarsus Kolejinin tatil olmasına birkaç gün kalmıştı.  Ben bir yıl kaybettiğim için lise ikideyim, Timur son sınıfta.  Son birkaç yılı aynı sınıfta okumamış olsak da, ister ders saatleri dışındaki beraberliklerimizden, isterse okul voleybol takımında beraber oynuyor olmamız nedeni ile, yakın arkadaşlığımız kesintisiz devam etmişti.  Mayıs ayı Tarsus’ta bayağı sıcak olur ve biciciler, karsambaççılar, dondurmacılar yavaş yavaş arzı endam ederler ve de okul kapılarının civarını mesken tutarlar.  İşte 1964 yılı Mayısının son günlerinin birisinde ben, Timur ve müşterek arkadaşımız (Göksel Arsoy çakması) İrfan Atalay okul kapısının karşısındaki taş duvardan yankılanan “kaymaklı biciiiiii” teranesinin büyüsüne (fareli köyün kavalcısı misali) kapılıp gayri ihtiyari bici müşterisi oluverdik.  Huşu içerisinde bicilerin hazırlanmasını beklerken ben sessizliği bozup:

  • Bicinin nasıl yapıldığını ben biliyorum, bu işin ciddi ciddi ticaretini yapmak lazım! deyiverdim.
  • Nasıl yani?  dedi İrfan.
  • Sekiz-on tane bicici tablası yaptıracan, bunlara birer adam tutacan, bicileri evde hazırlatıp tepsi tepsi onlara dağıtacan, onlar da şehrin muhtelif yerlerinde satacak, sen de yolunu bulacan, dedim.
  • Hadi be!  dedi İrfan.  Hakkı b.kunu kurtarmaz.  Adamların yevmiyesi bile çıkmaz be!
  • Öyle deme, dedi Timur, bu adamlar ne kadar kar ediyor sen biliyor musun?  Bicinin masrafı ne ki?  İçinde süt yok, yağ yok.  Bana Adil anlatmıştı önceden, malzemesi sadece nişasta, su, buz, boyalı su, birkaç damla gül suyu ve azıcık da pudra şekeri…  Gerisi hepten kazanç!  Bak Adil, birgün böyle bir şey yaparsan ben ortak olurum!
  • Tamam Timur kardaş, sana haber vermeden bu işe başlamam!

Bu konuşmanın üzerinden altı yıl geçmişti, birgün yolum Ankara’ya düştü, o arkadaş şurada bu arkadaş burada derken Timur’u da buldum.  Yakında Amerika yolcusu olduğunu söylüyordu.  Ben de çiçeği burnunda bir işletmeci olarak hemen teklifimi yaptım:
  • Hatırlıyor musun?  Bici işine girersem sana haber veririm demiştim.  Ben başlıyorum ve sözümdeyim, istersen ortak olabilirsin.  
  • Ne bicisi ya?  derken hatırlayıverdi, 
  • Haaaaa şimdi hatırladııım!  Ciddi misin sen?  
  • Gayet tabii ciddiyim.
  • Lan zaten yok zaten yok, elimdeki birkaç kuruş yeterse, kabul be!  Ama ben Adana’ya filan gidemem ki şirket kurmak için…
  • Kolayı var, gel notere gidelim, bana yetki ver ben her şeyi hallederim.
  • Şirketin ismi ne olacak peki?
  • Bici Bici Limited Şirketi!
  • Lan ne öyle cicili bicili isim?  Herkes bizi şorolo zanneder valla.  Ciddi bir şey bulalım.  Hem bizden de bir şeyler katalım şirketin ismine.
  • “SÜ-KAR Limited Şirketi” nasıl?  (Sümer ve Karcı’dan esinlenerek…)
  • Olur da, niye Anonim Şirket değil?   
Ben artık diplomalı işletmeciyim ya, bilgiç bilgiç;
  • Anonim Şirket için en az beş ortak lazım.  Limited iki kişiyle kurulabilir de ondan, diyerek bu konudaki derin bilgimi konuşturdum.  (Şimdi Timur bana daha da güvenmiştir artık di mi ya?  Bak ticaret ile ilgili neler neler biliyorum! ) Gerekirse sonradan Anonim Şirket hatta Holding’e çevirebiliriz, dedim.
(Not:   Amerika’da eskiden beri hep olduğu gibi, Türkiye’de de artık tek kişi bile A.Ş. kurabiliyor).

O gün Ankara’nın Onyedinci Noterinden önce Timur’un genel vekaletini, daha sonra da “yağmurlu günler için” biriktirdiği paracıklarını ortaklık payı olarak aldım ve Adana’ya döndüm.  O tarihten sonra Timur’la yazıştık, mektuplaşarak kararlar aldık, para alışverişleri yaptık ama   birkaç yıl öncesine kadar da hiç birbirimizi cismen göremedik!  Bu arada “SÜ-KAR LTD. ŞTİ” kuruldu, sonra Anonim Şirket oldu, büyüdü büyüdü ve sonunda “SÜ-KAR HOLDİNG”e dönüştü!

İlk şirket kurulduktan sonra öncelikli işim bicibiciye patent almak olmalıydı.  Akademide okuduğum ticaret kitapları böyle diyordu.  Bir de “alameti farika”, yani marka tescili almam gerekecekti.  Sordum soruşturdum, bu işin Ankara’daki Patent Enstitüsünden biteceğini öğrendim.  Hem  ziyaret hem ticaret  diyerekten atladım otobüse, ver elini Ankara!  Elimde siyah bir çanta, gözümde kapkara bir güneş gözlüğü ve üzerimde siyah  bir takım elbise ile Patent Enstitüsünden içeriye daldım, girişteki duvarda asılı yazıları okumaya çalışıyorum (kapkara gözlüğü çıkartmadan loş bir yere girer de yazılara bakarsan tabii okuyamazsın, ama havam olsun diye de illa ki gözlüğü çıkartmıyorum).  Arkamdan gelen:
  • Birisine mi bakmıştınız?  sorusu üzerine irkildim ve döndüm.  Karşımda orta yaşlı, orta boylu (ve aynı zamanda da belli ki orta halli) bir adamcağız, saygıda kusur etmemek için önünde kavuşturduğu elleriyle ve gülümseyen gözleriyle bana bakıyor.
  • Patentle  ilgili oda hangisi? dedim.  Mafyavari kılık kıyafetimden etkilenmiş olmalı ki, çekine çekine,
  • Buyurun beni takip edin, dedi ve hol boyunca yürümeye başladı. Biraz sonra labirente dönüşen holdeki git git bitmez, git git bitmez yolculuktan sonra sağdaki bir odanın kapısını açtı ve,
  • Buyurun Mehmet bey ilgileniyor, dedi.
  • Sağol !  dedim ve bu defa ben çekine çekine içeriye girdim.

Hoş bir adamdı Mehmet Bey.  Çay söyledi önce, sonra ne  istediğimi sordu.  Karsambaçı Anadolu yaylalarında duymuş ama Bicibiciyi hiç duymamış.  (Zaten bu nedenle Karsambaç’a patent alamadık ama Ankara’da hiç tanınmadığı için biciye patent verdiler).  Neyse, Mehmet Bey nasıl bir dosya ile başvuru yapmam gerektiği hususunda bana yol gösterdi ve neticede altı aylık bir uğraştan sonra da bicinin patentini şirketimiz adına alabildim.

Şirket de tamam, patent de tamam ama bunu nasıl paraya çevireceğim?  Zaten bizim tüm sermaye Ankara yollarında tükendi çoktan…  “Sekiz on yerine üç beş bici tablası ile mi başlasam” diye bir gün evde tefekküre dalmışken bir de baktım ki sokaktan art arda biciciler geçiyorlar.  Tamam  dedim, patent bende ya, bicicilik yapmak yerine bicicilerden patent hakkı toplarım.  (İngilizcede buna “royalty” diyorlarmış, onu da öğrendim).

Hiç gecikmeye gerek yoktu, bundan sonra sokaktan geçen ilk biciciyi durduracaktım.
Ulan bekle bekle bu defa da bicici gelmez! Aş eren kadınlar bile bu kadar arzuyla bicicinin yolunu gözlememişlerdir emin olun.   Akşam serinliğinin düşmeye başladığı saatlerde, artık ümidimi de kesmişken, sokağın bir ucundan “buuzluu biiciiiiiiiii”  müjdesini duydum!  Kaptım patent belgesinin kopyasını  çıktım evin önüne.  Bu defa da birileri adamı durdurdu bici ısmarlıyorlar, iyi mi?  Nereden baksan bir onbeş-yirmi dakika bicici oradan bir yere kıpırdanamaz artık!  Onlara uzaktan bakarken kendi kendime “hadi çabuk zıkkımlanın şu biciyi de adam bu tarafa gelsin be” diye homurdanıyordum ki bici kasesini kafasına kaldırıp dibinde kalan şekerli suyu höpürdeten tüysüz oğlan “abi bir tane daha yap” demez mi?
 İllet oldum, illet!  Geçen yarım saat sanki aylar gibi geldi bana o an.  Nihayet boşalan kaseleri ve kaşıkları yıkayıp yerlerine koyan bicici yavaş yavaş bana doğru gelmeye başladı.  Neyse, dualarım kabul görmüş olmalı ki yolda başka durduran olmadan adam önüme kadar geldi.
  • Baksana sen buraya!  dedim biciciye, hakim bir ses tonuyla…
  • Bici mi garsambaç mı?  diye sordu, buzun üzerindeki bezi açarken..
  • Hiçbiri değil.  Patent hakkı diye bir şey biliyor musun sen?
  • Hakkı adıynan danıdığım biri yoğudur.  Lagabı mıdır paten?
  • Paten değil patent, patent!
  • Valla tanımıyom bu isimde birini, başgasına sor bey.
  • Yahu arkadaş, senin  bici satmaya yetkin, ruhsatın var mı?
  • Niye belediyeden ruhsat mı ilazımdır?  Almamışım.  Sen, zabıta memuru…???
  • Yok be adam, bici bici satmak için benden izin alman ve bana bu işi yaptığın müddetçe de hak kullanma bedeli ödemen lazım.
  • Abi sen haramisin?  Ne diyon ya?  Paten, maten?  Get allaanı seversen işine!
  • Okuman yazman var mı senin?
  • Esgerde örgettiler, vardır biraz.
İyi, dedim içimden, ve elimdeki patent belgesini gözüne sokarcasına uzattım.

  • Oku bakalım ne yazıyor?  Kağıdı eline aldı, hiç de ummadığım bir hızla okudu.
  • Essahtan hinci ben sana para mı vericin?  N’adar vericin ki? 
  • O ana kadar bunu hiç düşünmemiştim.   İşin pazarlığa döküleceği belliydi.
  • Bici sattığın her ay için yüz lira!  dedim.
  • Gurban, o gadar parayı ben gazanmıyom ki!  Beş gayme versem?
  • Sen bilirsin, o zaman yarın seni bici  satarken görürsem karşında Avukatım Enver Akçınar’ı bulursun, önce karakol, sonra mahkeme, sonra da kodes!  Annadın mı?  (Enver benim çocukluk arkadaşımdı ve o da benim  mezun olduğum yıl avukat olmuştu.  Kendisi ile henüz bu konuda hiç görüşmemiştim ama olsun, daha inandırıcı olmuş olmak için ismini kullandım o anda).
  • Abi, on kağıt versem olmaz?
  • Bak, fakir olduğun belli, sana acıdım.  Kimseye de söyleme ama ayda elli lira ödeyeceksin, ben de sana fatura verecem, sen de serbest serbest bicini satacaksın.  Bana ödeme yapmayan biciciler kodese gidince senin satışların daha çok olur.
  • Abi ya, sen fatura virme bana, gel otuzda annaşak!
  • Fatura vermeye mecburum.  Sana bu hakkı verdiğime dair bir  yazı da verecem, sen de onu tablanın yanına yapıştırırsın, reklamın da olur böylece.  Bizde kanunsuz bir şey olmaz!
  • Ganunsuz olmaz deyon da, eşgıyadan beter de soyuyon!
 Bu ilk işimdi ve o akşam oturup Timur’a bu konuda bir mektup yazdım.  Henüz cebimize  para girmemişti ama kokusu gelmeye başlamıştı.  Ertesi sabah çalınan kapı zili uyandırdı beni.  Sabahın köründe kimdi ki bu?  Açtım, karşımda bizim bicici, arkasında dört kişi daha!  “Aha, bu herifler şimdi beni dövecek, bari iç odadaki boş av tüfeğine ulaşacak kadar zaman bulabilsem” diye düşünürken en iri kıyım olanı öne çıkıp:
  • Bey, İdiris bize gonuştuğunuzu annattı.  Aha bu Yusuf da gavede iradyoda duymuş bu paten gonusunu.  Hadi paten alak alak da, bize biraz indirim yap.  Çor çocuğumuz var.  Altı ay  bu biciden ekmek yiyok.  Öbür altı ay da gaynamış darıyınan, haşlanmış nohudunan evi zor geçindiriyok.  Yap bi gozellik bu gardaşlarına be ağam!
İçimdeki korkunun yerini ani bir sevinç aldı.  Babacan bir tavırla:

  • Bi daha beni evimde rahatsız etmeyin!  Alın şu kartımı,  öğlenden sonra yazıhaneme gelin.  Ha bak, kırka imza atacaksınız, tamam mı!  diyerek hepsini savdım.
 “Allah razı olsun…..”  benzeri dualar mırıldanarak tablalarının başına gittiler.  Şimdilerde bicicilerin sayıları binleri bulmuş durumda, biz de onları yıllardır kesiyoruz ha kesiyoruz!  
Yaaaa, Binnur kardeşim, işte böyleyken böyle!  Şirketin yarı ortağı ağabeyciğine şimdi bunları anlatsan, sana kesin “Valla iftira, yok böyle bir şey!” diyecektir.  Eh, her yıl bici biciden kazandığı milyon dolarları seninle paylaşacak değil ya!  Haa, ispat isterse ekteki fotoğrafları gösterirsin, artık her adımda bir bicici var bu memlekette, hepsi de “paten” parası ödüyor bize.
Sevgiler,
Adil abin, 29 Eylül 2013, Adana

fotoğraf 5(1)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder