ŞEKER BAYRAMI
İnşaatçı,marangoz,
elektrikçi,su tesisatçısı, (amatör) radyo tamircisi vs. vs. olan babam,
satın aldığı büyükçe bir arsanın ana cadde ile ara sokağın kesiştiği
köşesine kendi eliyle tek katlı bir ev yapmıştı bize. İşte o evin ara
sokak tarafına bakan duvarının dibi sıra on kadar kulle diklemiş (bilye
dizmiş) ve iki adım kadar uzaktan onlara teker teker atış
yapıyordum. Zaten bir aya yakın bir zamandır arkadaşlarla kulle
oynamayı bırakmıştım ve bu konuda kendimi iyice geliştirmek için
devamlı atış çalışmalarına başlamıştım. Mahallenin dış eteklerinde bir
yerde oturan Aydın isimli, benden birkaç yaş büyük bir oğlan
vardı. Çelimsiz denilebilecek kadar zayıf ve yaşına göre zorla orta
boylu olarak sınıflandırılabilecek bu çocuğa “abi” sıfatını layık
görmemiştik ve ona hep ismiyle hitap ederdik. Fakat o “Kıllik Aydın”
ki, kulle oyununda büyük-küçük herkesi üterdi (yenerdi,
yutardı). Kendisine has bir atış stili geliştirmişti. Şöyle ki;
yerdeki bilyeyi sağ (veya sol elinin) işaret ve orta parmakları arasına
sıkıştırarak yerden kaldıracaksın, bu parmakları aralarındaki bilye ile
birlikte avuç içerisine doğru yumacaksın, aynı anda baş parmağını
bilyenin arkasına gelecek şekilde avucunun iç arkasına
kıvıracaksın. Şimdi bilye orta parmak üzerinde atışa hazır, arkasındaki
baş parmak yay vazifesi yapacak, en öndeki yarı kıvrık vaziyette duran
işaret parmağı da namlu görevinde… Atacağın mesafeye göre baş parmağın
gerilimini ayarlayacak ve bir anda baş parmağınla bilyeyi hedefe
göndereceksin. Diğer çocuklar bilyeyi hala toz toprak üzerinde hedefe
doğru yerden yuvarlarken, Aydın havadan doğruca hedefe yolluyor ve hemen
hemen her zaman da rakip bilyeleri vuruyordu. Topçulukta obüs atışı
gibi yani. Aydınla kulle oynamaya hiç yanaşmamıştım, zira kaybedeceğim
kesindi. Ama daha fazla kaçak güreşemeyeceğimi ve sonunda bir gün
Kıllik Aydın ile karşılaşmak zorunda kalacağımı biliyordum. İşte bu
nedenle oyunu bırakıp antrenmana başlamıştım ve bir süre çalışma
yaptıktan sonra iki adım kadar mesafeden ben de her attığımı vurur hale
gelmiştim. Ama bu yetmezdi, zira Aydın’ın menzili en az dört
adımdı! Yani benim için daha hala “birkaç fırın ekmek” gerekiyordu…
Yaptığım atışlar
sonrası dağılan enek kulleleri tekrar dizmek için ayağa kalktım. Biraz
önce birisinin arkamda durup beni seyrettiğini fark etmiştim ama “olsa
olsa Bakkal Şaban’ın oğlu Macit’tir” diye umursamamıştım. Arkamdan bir
ses:
- Lan! Bennen oynarsın?
Anaaaa! Bu kız
sesiydi yahu ne Macit’i! Dönüp baktım, bizim Çalgıcı Ali Abi
tayfasından Çingen kızı Münire. İstanbul’dan birkaç yıl önce Adana’ya
taşınan Klarnetçi “Çalgıcı Ali” bir müddet sonra tüm sülalesini getirmiş
ve hepsini mahallenin arkasındaki portakal bahçesinin ağaçsız
köşesinden aldığı arsaya ikişer metre arayla yaptığı tek katlı evlere
yerleştirmişti. O zamanlar orada sokak filan yoktu. Klarneti burnuyla
bile çalabilen Ali abinin rastgele yaptığı evlerin yüzü suyu
hürmetine mahallenin o kısmına da sonraları elektrik, su filan geldi ve
o evlerin önünde bir sokak oluştu. Oluştu da, ölçüsüz, plansız
yapılan bu evlerin konumuna uygun oluşmak zorunda kalan bu sokak yere
yan yatmış bir devenin eğri boynunu andırıyordu şekil itibariyle.
8-9 yaşlarında olduğum o yıl Şeker Bayramı Mayıs Ayı’nın
son haftasına denk gelmişti. Yani, havada uçan kuşu yere pişmiş olarak
düşüren o meşhur Adana sıcakları henüz arz-ı endam
etmemişti Türkiye’nin bu en büyük köyüne.
“Burası uzun dalga
bin altıyüz kırkdokuz metre Ankara Radyosu. Oyun havaları
dinlediniz. Şimdi Zeki Müren’den şarkılar. Yaylı Tambur Ercüment
Batanay, klarnet Şükrü Tunar, kanun Vecihe Daryal, ud Yorgo
Bacanos keman Selahattin İnal ve darbuka Hüseyin İleri”. (Hüseyin
ileri Mustafa Sandal’ın bizzat dedesi olur, üzerinize afiyet).
Mahallede kendine
has bir odası olan belki de tek çocuk bendim. (Bu benim başka kardeşim
olmadığından da kaynaklanmış olabilirdi.) Bayram sabahı uyanmış ama
radyoda çalan “Estergon Kal’ası da dilber aman, subaşı duraaaak…” bitene
kadar hoş duygular içerisinde yatakta bir o yana bir bu yana dönmüş,
gerinmiş ve odamda zaman geçirmiştim. Zeki Müren, o pamuklu şekere
benzettiğim kadife yumuşaklığındaki sesi ile “Kalbimi bezlederim…”
diyerek “Bir Muhabbet Kuşu” şarkısına başlamıştı. Daha fazla yatakta
kalabilmem ne mümkün? Zeki’yi daha yakından dinleyebilmek için babamın
bahçe duvarının iç tarafında yan yana dikili olan hanımeli ve yasemin
ağaççıklarının arasına yerleştirdiği Alman malı, altı lambalı, Minerva
marka kıymetli radyosuna doğru seğirttim. Kısaca söyleyeyim, radyo
oraya yerleştirilmişti çünkü o zamanlar mahallede eve ilk elektrik
bağlatan bizdik ve tek radyo da bizdeydi. Yaz akşamlarında tüm komşular
bizim avluya (bahçeye) gelir, annemin ikram ettiği çay eşliğinde akşam
saat sekiz ajansını (haberlerini) dinler, giderlerdi.
Ben radyonun “içine düşmüş” gibi bir durumdayken, ütü yapmakta olan annem:- Gel de artık bayramlıklarını giydireyim, dedi.
(Size bayramdan bir akşam öncesi yastığın altına konan bayramlıklar, pabuçlar hikayesi anlatsam yalan olur, çünkü bizde hiç olmadı öyle şeyler).
- Tamam hanım,
bu sefer sağlam oldu, diye kırık bir parçasını bilmem kaçıncı defa
yapıştırdığı antika şekerliği anneme uzatan babam beni fark etti ve;
- Briyantini de getir, saçlarını tarayalım. Bugün fotoğrafçıya gideceğiz dedi.
O zamanlar bayram,
düğün gibi vesilelerle “haftalık” aile fotoğrafları
çektirilirdi. Fotoğraf makineleri sadece profesyonel fotoğrafçılarda
bulunurdu. Bırakın şimdiki gibi bebelerin elinde oyuncak olan dijital
kameraları, o devirde 6 x 9’luk kutu makineler bile ancak eşrafın elinde
görülebilirdi ve erbabı hariç kimse el süremezdi.
İşte ben
bayramlıklarımı giydikten sonra, anne-babamın fotoğrafçı hazırlığını
bitirmelerini beklerken, evin arkasına dolanmış kullelerimle oynayarak
vakit geçiriyordum.
- Yok sennen oynamam, dedim.
- Niye ki? Ben kızım diyedir? Benden korkarsın?- Ne korkması be, senin feriştahından gene korkmam!
- E hadi o zaman. Param çoktur. Bana “gülle” sat, oynayak!
Başında beyaz bir
kurdelesi, pembe fırfırlı elbisesinin belinde kurdelenin aynısından
beyaz bir kuşağı, ayağında enine pembe çizgili kısa beyaz çorapları ve
tokalı kırmızı rugan ayakkabıları olan bu iri yarı kız
elindeki yirmibeşliği bana uzatmış bilye vermemi bekliyordu. Bende
ticari kafa ne gezer? Bakkaldan aldığım fiyata saydım bilyeleri
eline. “Nasıl oynanır bana göster” deyince bu kızın hayatta eline
kulle almadığını anlamıştım ve de ona bilye sattığıma pişman
olmuştum. Çünkü, bu acemiyi (üstelik de bir kız) ütüp kulleleri
elinden geri almak bir nevi kalleşlik olacaktı. Bilerek ütüzsem
(ütülsem, kaybetsem), o da olmazdı.
En basit oyunu
öğrettim ona. Benim kulemi vurursa kendisine iki kulle verecektim,
kendi kulesini benimkine bir karıştan daha az mesafede durdurabilirse
bir kulle verecektim. Ya da bunları ben yaparsam o bana kulleleri
verecekti. (Biz buna “vuruş iki, karış bir” derdik). Neyse, ona yakın
mesafeden atış yaptırarak, kendim ise üç adım kadar uzaktan atış yaparak
“orantısız güç” uygulamamak” adına ustalık farkını dengelemeye
çalıştım. Ama kız daha hala bilyeyi bile elinde
tutmayı beceremediğinden, ona sattığım enekler ( yani ikinci kalite
bilyeler) kısa bir sürede gerçek yuvalarına döndüler!
Kız tekrar bilye almak için bir kez daha para çıkarttıysa
da kabul etmedim ve kendisine son iki adet kulleyi bedava vererek “bu
son, artık oynamayacağız” dedim. Zaten kısa günün karını cebe
indirimiştim, bu da bugünlük yeterdi. Daha kızcağız oyunu başlatmak
için elindeki bilyenin birisini yere koymadan sokağın sonundan bir
çığlık duyuldu:- Çık dışarı kııızzz yelllozzz! Komşulaaaar….. aaahh komşulaaaaaarrrr….
“Vallah bu benim
anamdır!” diyen Münire sesin geldiği yöne koşmaya başladı. O bu
bağırtıya her ne kadar şaşırmış ve telaşlanmış göründüyse de ben o kadar
oralı olmamıştım. Biliyordum ki yine Çalgıcı Ali tayfasından birileri
haftalık kavgalarına başlamışlardı. Bu da “bayramlık kavga”larıydı
zahir!
Yanılmamıştım. Münire’nin
anası bitişiğinde oturan teyzesinin kızının kapısına dayanmış,
kendisinden habersiz evinden alıp kullandığı kap-kacağının hesabını
soruyordu. “Çaldınız, çaldınııııızzzz…. Sülaleniz hırsız zaten” diye
bas bas bağırıyordu. Anlam veremedim, çünkü kendisi de hırsızlıkla
suçladığı sülalenin bir ferdiydi! Neyse, beklediğime
değdi. Alışılageldiği üzere, her ikisi de evlerinde ne var ne yoksa
teker teker bütün eşyalarını dışarıya çıkarıp evin önündeki toprak
sokağa dizmeye başladılar.
- Benim kucam bana bayramlık neler almıştır, göresin zilliiiii….- Hadi ordan cadaloz, senin sülalende böyle bir pabuç vardır?
- Düşman ayağa bakarımış komuşularrrr.. Bakın nasıl benim ayağıma bakar bu düşman kahpe!
- Kahpe senin soyundur kaltak! Gel buraya bak da gözün yaylı karyula görsün! Daha dün alınmıştır.
Çekiştirdiği karyola yan yatırılmadığı için kapıdan
dışarıya bir türlü çıkmıyordu. Altında kırmızı-beyaz çizgili bir
pijama, üstünde bir atletle kapısının önündeki tahta sandalyede oturup
sigara tüttüren yeğeni kemancı Yasin’e döndü:- Ulan ne malak gibi bakarsın kara şopar! Gel dışarı çıkart şunu da gözleri bayram etsin bu aşiftenin. (Karyola ile de nispet edilmez ama, gösterecek başka eşyası yok ki garibimin!)
Tam o sırada, üç ev
ileride oturan adını bilmediğim esmer mi esmer, 15-16’sında gösteren bir
Çingene delikanlısı elindeki darbukaya vurmaya başladı:
“Düm teke dümbür tek, dümbür dümbür tek” (Hani “yaş mı da kuru mu….? ritmi var ya, işte o.)
Kavga o anda son
buldu ve ara sıra darbuka ritmi eşliğinde atılan göbeklerle bu defa “kim
daha iyi göbek atıyor” tartışması başladı. Kısacası, onlar tatlı
insanlardı. Biz bu insanlara (aşağılıyormuş gibi yorumlanmasın diye)
hiç bir zaman “Çingene” demez “Çalgıcılar” derdik. Onlara “Roman”
denildiğini ilk duyduğumda ise çok garipsemiştim, çünkü yakın zamana
kadar bunu hiç duymamıştım. Ne başkaları ile kavga ederler, ne de kendi
kavgalarında tekme yumruk sallarlardı. Çok kavgalarına şahit oldum ama
hiç kimsenin burnunun bile kanadığını hatırlamam.
Zaten kavga
gösterisi bitmiş, Münire de eşyalarını tekrar evlerinin içine dizmek
üzere annesine yardıma başlamıştı. “Acaba fotoğrafçıya gitmek için
bizimkileri beklettim mi?” kuşkusu ile eve doğru koştuysam da evde
misafir olduğunu görür görmez rahatladım. O yıllarda mutlaka her komşu
diğerinin evine gider bayramlaşırdı. Yok denecek kadar az ulaşım
imkanının olduğu o yıllarda, çok uzak mahallelerden gelenl bayram
misafirlerimiz bile olurdu. Birkaç kere selamlaştığın kişi ile akraba
gibi oluyordun o zamanlar. Şimdi aynı apartmanda oturan kişiler bile
birbirini tanımaz oldu!
Ramazan ayının
sonunda kutlanan bu bayrama biz o zamanlar sadece “Şeker Bayramı”
derdik. Oruç tutmak kişinin kendi tasarrufuydu. Ama bayramlaşmak
herkesi ilgilendiren sosyal bir olaydı. İsterse oruç tutmuş olsun
isterse hiç tutmamış olsun, bayramın değeri herkes için aynıydı. Bırakın
aynı dine mensup olan Arap, Kürt, Çerkez, ve Lazları, Adana’da oturan
Benyeş, Mizrahi, Amado soyadlı Musevi Türkler ve adlarını şimdi
hatırlayamadığım Ermeni kökenli aileler bile Ramazan sonunda kutlanan bu
Şeker Bayramında Müslüman tanıdıklarına bayram ziyaretine
giderlerdi. Tabii, onların bayramlarında da Müslümanların iade-i
ziyaretleri kaçınılmaz olurdu.
Ne güzel günlermiş
onlar be? Hangi ırktan, dinden, mezhepten olursa olsun, ülkemiz
insanları arasında sevgi, dostluk, birlik ve beraberlik vardı. Nasıl
kaybettik bu özelliğimizi? Nasıl? Ah, şu zamanı bir geriye çevirip
çocukluk yıllarımıza dönebilsek ve bugünkü bilinçle her şeyi silbaştan
başlatabilsek!
Herneyse!
Bugün Bayram!,
El öpme, harçlık toplama faslından sonra alın kulelerinizi gelin.
Karış bir vuruş iki!
Adil KarciAntalya, 04 Ağustos 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder