ŞEKER BAYRAMI


 http://www.facebook.com/TSM23.
http://www.facebook.com/TSM23.

ŞEKER BAYRAMI

 İnşaatçı,marangoz, elektrikçi,su tesisatçısı, (amatör) radyo tamircisi vs. vs. olan babam, satın aldığı büyükçe bir arsanın ana cadde ile ara sokağın kesiştiği köşesine kendi eliyle tek katlı bir ev yapmıştı bize.  İşte o evin ara sokak tarafına bakan duvarının dibi sıra  on kadar kulle diklemiş (bilye dizmiş) ve iki adım kadar uzaktan onlara teker teker atış yapıyordum.  Zaten bir aya yakın bir zamandır arkadaşlarla kulle oynamayı bırakmıştım ve  bu konuda kendimi  iyice geliştirmek için devamlı atış çalışmalarına başlamıştım.  Mahallenin dış eteklerinde bir yerde oturan Aydın isimli, benden birkaç yaş büyük bir oğlan vardı.  Çelimsiz denilebilecek kadar zayıf ve yaşına göre zorla orta boylu olarak sınıflandırılabilecek bu çocuğa   “abi” sıfatını layık görmemiştik ve ona hep ismiyle hitap ederdik.  Fakat o “Kıllik Aydın” ki, kulle oyununda büyük-küçük herkesi üterdi (yenerdi, yutardı).  Kendisine has bir atış  stili geliştirmişti.  Şöyle ki; yerdeki bilyeyi sağ (veya sol elinin) işaret ve orta parmakları arasına sıkıştırarak yerden kaldıracaksın, bu parmakları aralarındaki bilye ile birlikte avuç  içerisine doğru yumacaksın, aynı anda baş parmağını bilyenin arkasına gelecek şekilde avucunun iç arkasına kıvıracaksın.  Şimdi bilye orta parmak üzerinde atışa hazır, arkasındaki baş parmak yay vazifesi yapacak, en öndeki yarı kıvrık vaziyette duran işaret parmağı da  namlu görevinde… Atacağın mesafeye göre baş parmağın gerilimini ayarlayacak ve bir anda baş parmağınla bilyeyi hedefe göndereceksin.  Diğer çocuklar bilyeyi hala toz toprak üzerinde hedefe doğru yerden yuvarlarken, Aydın havadan doğruca hedefe yolluyor ve hemen hemen her zaman da rakip bilyeleri vuruyordu.  Topçulukta obüs atışı gibi yani.  Aydınla kulle oynamaya hiç yanaşmamıştım, zira kaybedeceğim kesindi.  Ama daha fazla kaçak güreşemeyeceğimi ve sonunda bir gün Kıllik Aydın ile karşılaşmak zorunda kalacağımı biliyordum.  İşte bu nedenle oyunu bırakıp antrenmana başlamıştım ve bir süre çalışma yaptıktan sonra iki adım kadar mesafeden ben de her attığımı vurur hale gelmiştim.  Ama bu yetmezdi, zira Aydın’ın menzili en az dört adımdı!  Yani benim için daha hala “birkaç fırın ekmek” gerekiyordu…
 Yaptığım atışlar sonrası dağılan enek kulleleri tekrar dizmek için ayağa kalktım.  Biraz önce birisinin arkamda durup beni seyrettiğini fark etmiştim ama “olsa olsa Bakkal Şaban’ın oğlu Macit’tir” diye umursamamıştım.  Arkamdan bir ses:
 -        Lan!  Bennen oynarsın?
   Anaaaa!  Bu kız sesiydi yahu ne Macit’i!   Dönüp baktım, bizim Çalgıcı Ali Abi tayfasından Çingen kızı Münire.  İstanbul’dan birkaç yıl önce Adana’ya taşınan Klarnetçi “Çalgıcı Ali” bir müddet sonra tüm sülalesini getirmiş ve hepsini mahallenin arkasındaki portakal bahçesinin ağaçsız köşesinden aldığı arsaya ikişer metre arayla yaptığı tek katlı evlere yerleştirmişti.  O zamanlar orada sokak filan yoktu.  Klarneti burnuyla bile çalabilen Ali abinin rastgele yaptığı evlerin yüzü suyu hürmetine  mahallenin o kısmına da sonraları elektrik, su filan geldi ve o evlerin önünde bir sokak oluştu.  Oluştu da, ölçüsüz,  plansız yapılan bu evlerin konumuna uygun oluşmak zorunda kalan bu  sokak yere yan yatmış bir devenin eğri boynunu andırıyordu şekil itibariyle.
 8-9 yaşlarında olduğum o yıl Şeker Bayramı Mayıs Ayı’nın son haftasına denk gelmişti.  Yani, havada uçan kuşu yere pişmiş olarak düşüren o meşhur Adana sıcakları henüz arz-ı endam etmemişti  Türkiye’nin bu en büyük köyüne. 
 “Burası uzun dalga bin altıyüz kırkdokuz metre Ankara Radyosu.  Oyun havaları dinlediniz.  Şimdi Zeki Müren’den şarkılar.  Yaylı Tambur Ercüment Batanay, klarnet Şükrü Tunar, kanun Vecihe Daryal, ud Yorgo Bacanos  keman Selahattin İnal ve darbuka Hüseyin İleri”.  (Hüseyin ileri Mustafa Sandal’ın bizzat dedesi olur, üzerinize afiyet).
 Mahallede kendine has bir odası olan belki de tek çocuk bendim.  (Bu benim başka kardeşim olmadığından da kaynaklanmış olabilirdi.)  Bayram sabahı uyanmış ama radyoda çalan “Estergon Kal’ası da dilber aman, subaşı duraaaak…” bitene kadar hoş duygular içerisinde yatakta bir o yana bir bu yana dönmüş, gerinmiş ve odamda zaman geçirmiştim.  Zeki Müren, o pamuklu şekere benzettiğim kadife yumuşaklığındaki sesi ile “Kalbimi bezlederim…” diyerek “Bir Muhabbet Kuşu” şarkısına başlamıştı.  Daha fazla yatakta kalabilmem ne mümkün?  Zeki’yi daha yakından dinleyebilmek için babamın bahçe duvarının iç tarafında yan yana dikili olan hanımeli ve yasemin ağaççıklarının arasına yerleştirdiği Alman malı, altı lambalı, Minerva marka kıymetli radyosuna  doğru seğirttim.  Kısaca söyleyeyim, radyo oraya yerleştirilmişti çünkü o zamanlar mahallede eve ilk elektrik bağlatan bizdik ve tek radyo da bizdeydi.  Yaz akşamlarında tüm komşular bizim avluya (bahçeye) gelir, annemin ikram ettiği çay eşliğinde akşam saat sekiz ajansını (haberlerini) dinler, giderlerdi. 
 Ben  radyonun “içine düşmüş” gibi bir durumdayken, ütü yapmakta olan annem:
 -        Gel de artık bayramlıklarını giydireyim, dedi.   
(Size bayramdan bir akşam öncesi yastığın altına konan bayramlıklar, pabuçlar hikayesi anlatsam yalan olur, çünkü bizde hiç olmadı öyle şeyler).
 -       Tamam hanım, bu sefer sağlam oldu, diye kırık bir parçasını bilmem kaçıncı defa yapıştırdığı antika şekerliği anneme uzatan babam  beni fark etti ve;
 -       Briyantini de getir, saçlarını tarayalım.  Bugün fotoğrafçıya gideceğiz dedi.
 O zamanlar bayram, düğün gibi vesilelerle “haftalık” aile fotoğrafları çektirilirdi.  Fotoğraf makineleri  sadece profesyonel fotoğrafçılarda bulunurdu. Bırakın şimdiki gibi bebelerin elinde oyuncak olan dijital kameraları, o devirde 6 x 9’luk kutu makineler bile ancak eşrafın elinde görülebilirdi ve erbabı hariç kimse el süremezdi.
 İşte ben bayramlıklarımı giydikten sonra, anne-babamın fotoğrafçı hazırlığını bitirmelerini beklerken, evin arkasına dolanmış kullelerimle oynayarak vakit geçiriyordum.
 -       Yok sennen oynamam, dedim.
-       Niye ki?  Ben kızım diyedir?  Benden korkarsın?
-       Ne korkması be, senin feriştahından gene korkmam!
-       E hadi o zaman.  Param çoktur.  Bana “gülle” sat, oynayak!
Başında beyaz bir kurdelesi, pembe fırfırlı elbisesinin belinde kurdelenin aynısından beyaz bir kuşağı, ayağında enine pembe çizgili kısa beyaz çorapları ve tokalı kırmızı rugan ayakkabıları olan bu iri yarı kız elindeki  yirmibeşliği bana uzatmış bilye vermemi bekliyordu.  Bende ticari kafa ne gezer?  Bakkaldan aldığım fiyata saydım bilyeleri eline.   “Nasıl oynanır bana göster” deyince bu kızın hayatta eline kulle almadığını anlamıştım ve de ona bilye sattığıma pişman olmuştum.  Çünkü, bu acemiyi  (üstelik de bir kız) ütüp kulleleri elinden geri almak bir nevi kalleşlik olacaktı.  Bilerek ütüzsem (ütülsem, kaybetsem), o da olmazdı.
En basit oyunu öğrettim ona.  Benim kulemi vurursa kendisine iki kulle verecektim, kendi kulesini benimkine  bir karıştan daha az mesafede durdurabilirse bir kulle verecektim.  Ya da bunları ben yaparsam o bana kulleleri verecekti.  (Biz buna “vuruş iki, karış bir” derdik).  Neyse, ona yakın mesafeden atış yaptırarak, kendim ise üç adım kadar uzaktan atış yaparak “orantısız güç” uygulamamak” adına ustalık farkını dengelemeye çalıştım.  Ama kız daha hala bilyeyi bile elinde tutmayı  beceremediğinden, ona sattığım enekler ( yani ikinci kalite bilyeler) kısa bir sürede gerçek yuvalarına döndüler!
Kız tekrar bilye almak için bir kez daha para çıkarttıysa da kabul etmedim ve kendisine son iki adet kulleyi bedava vererek “bu son, artık oynamayacağız” dedim.  Zaten  kısa günün karını cebe indirimiştim, bu da bugünlük yeterdi.  Daha kızcağız oyunu başlatmak için elindeki bilyenin birisini yere koymadan sokağın sonundan bir çığlık duyuldu:
 -        Çık dışarı kııızzz yelllozzz!   Komşulaaaar….. aaahh komşulaaaaaarrrr….
 “Vallah bu benim anamdır!” diyen Münire sesin geldiği yöne koşmaya başladı.  O bu bağırtıya her ne kadar şaşırmış ve telaşlanmış göründüyse de ben o kadar oralı olmamıştım.  Biliyordum ki yine Çalgıcı Ali tayfasından birileri haftalık kavgalarına başlamışlardı.  Bu da “bayramlık kavga”larıydı zahir! 
 Yanılmamıştım.  Münire’nin anası bitişiğinde oturan teyzesinin kızının kapısına dayanmış, kendisinden habersiz evinden alıp kullandığı kap-kacağının hesabını soruyordu.  “Çaldınız, çaldınııııızzzz….   Sülaleniz hırsız zaten” diye bas bas bağırıyordu.  Anlam veremedim, çünkü kendisi de hırsızlıkla suçladığı sülalenin bir ferdiydi!  Neyse, beklediğime değdi.  Alışılageldiği üzere, her ikisi de evlerinde ne var ne yoksa teker teker bütün eşyalarını dışarıya çıkarıp evin önündeki toprak sokağa dizmeye başladılar.
-        Benim kucam bana bayramlık neler almıştır, göresin zilliiiii….
-       Hadi ordan cadaloz, senin sülalende böyle  bir pabuç vardır?
-       Düşman ayağa bakarımış  komuşularrrr..  Bakın nasıl benim ayağıma bakar bu düşman kahpe!
-       Kahpe senin soyundur  kaltak!    Gel buraya bak da gözün yaylı karyula görsün!  Daha dün alınmıştır.
 Çekiştirdiği karyola yan yatırılmadığı için kapıdan dışarıya bir türlü çıkmıyordu.  Altında kırmızı-beyaz çizgili bir pijama, üstünde bir atletle kapısının önündeki tahta sandalyede oturup sigara tüttüren yeğeni kemancı Yasin’e döndü:
-        Ulan ne malak gibi bakarsın kara şopar!  Gel dışarı çıkart şunu da gözleri bayram etsin bu aşiftenin.  (Karyola ile de nispet edilmez ama, gösterecek başka eşyası yok ki garibimin!)
 Tam o sırada, üç ev ileride oturan adını bilmediğim esmer mi esmer, 15-16’sında gösteren bir Çingene delikanlısı elindeki darbukaya vurmaya başladı:
 “Düm teke dümbür tek, dümbür dümbür tek”  (Hani “yaş mı da kuru mu….? ritmi var ya, işte o.)   
 Kavga o anda son buldu ve ara sıra darbuka ritmi eşliğinde atılan göbeklerle bu defa “kim daha iyi göbek atıyor” tartışması başladı.  Kısacası, onlar tatlı insanlardı.  Biz bu insanlara (aşağılıyormuş  gibi yorumlanmasın diye) hiç bir zaman “Çingene” demez “Çalgıcılar” derdik.  Onlara “Roman” denildiğini ilk duyduğumda ise çok garipsemiştim, çünkü yakın zamana kadar bunu hiç duymamıştım.  Ne başkaları ile kavga ederler, ne de kendi kavgalarında tekme yumruk sallarlardı.  Çok kavgalarına şahit oldum ama hiç kimsenin burnunun bile kanadığını hatırlamam.
 Zaten kavga gösterisi bitmiş, Münire de eşyalarını tekrar evlerinin içine dizmek üzere annesine yardıma başlamıştı.  “Acaba fotoğrafçıya gitmek için bizimkileri beklettim mi?” kuşkusu ile eve doğru koştuysam da evde misafir olduğunu görür görmez rahatladım.  O yıllarda mutlaka her komşu diğerinin evine gider bayramlaşırdı.  Yok denecek kadar az ulaşım imkanının olduğu o yıllarda,   çok uzak mahallelerden gelenl bayram misafirlerimiz bile olurdu.  Birkaç kere selamlaştığın kişi ile akraba gibi oluyordun o zamanlar.  Şimdi aynı apartmanda oturan kişiler bile birbirini tanımaz oldu!
 Ramazan ayının sonunda kutlanan bu bayrama biz o zamanlar sadece “Şeker Bayramı” derdik.   Oruç tutmak kişinin kendi tasarrufuydu.  Ama bayramlaşmak herkesi ilgilendiren sosyal bir olaydı.  İsterse oruç tutmuş olsun isterse hiç tutmamış olsun, bayramın değeri herkes için aynıydı. Bırakın aynı dine mensup olan Arap, Kürt, Çerkez, ve Lazları,  Adana’da oturan Benyeş, Mizrahi, Amado soyadlı Musevi Türkler ve adlarını şimdi hatırlayamadığım Ermeni kökenli aileler bile Ramazan sonunda kutlanan bu Şeker Bayramında Müslüman tanıdıklarına bayram ziyaretine giderlerdi.  Tabii, onların bayramlarında da Müslümanların iade-i ziyaretleri  kaçınılmaz olurdu. 
 Ne güzel günlermiş onlar be?  Hangi ırktan, dinden, mezhepten olursa olsun,  ülkemiz insanları arasında sevgi, dostluk, birlik ve beraberlik vardı. Nasıl kaybettik bu özelliğimizi?  Nasıl?   Ah, şu zamanı bir geriye çevirip çocukluk yıllarımıza dönebilsek ve bugünkü bilinçle her şeyi silbaştan başlatabilsek!
                   
Herneyse! 
      Bugün Bayram!,
El öpme, harçlık toplama faslından sonra alın kulelerinizi gelin. 
Karış bir vuruş iki!
Adil Karci
Antalya, 04 Ağustos 2013
Kulleler copy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder