KARAKIZ'IN EVİ

KARAKIZ’IN EVİ
Çamur ev 
Her sabah her seher gelir geçersin
Kanımı kadehe koyar içersin
Ne beni alırsın ne de geçersin
Yetmez mi insafsız senden çektiğim

Yürü yavrum yürü yürüteyim seni
Saz çalayım güzelim uyutayım seni

Bizim “altı lambalı”  Alman malı Minerva radyonun sesi yine pencereden sokağa taşmış, heykeli dikilmeye layık derecede Türk Halk Müziğine hizmet ve katkılarda bulunduğunu  sonradan öğrenmiş olduğum Neriman Altındağ ablamız o güzel sesi ile söylüyor da söylüyordu.  (O yıllarda soyadının hangisi olduğunu tam hatırlayamıyorum, zira önce Muzaffer Sarısözen ile, daha sonra da Nida Tüfekçi ile evlilik yapmıştı.  Ama ikinci evliliği çok uzun sürdüğünden olsa gerek, daha çok Neriman Altındağ Tüfekçi olarak hatırlanmaktadır.  Ablası Perihan Altındağ da ünlü ses sanatçısıydı).

-        Hem kızlara da kiraya veririz, saati on kuruş!

Evimizin ara sokağa bakan penceresinin altında,  sokağın kenarında, yerde,   elimle düzelttiğim  tozların üzerine bir çubukla çizmekte olduğum kare kare şekillerden başımı kaldırım Cinik Salih’e sordum:

-       Kızlar niye kiralasınlar ki?
-       Ohooo…  İçinde evcilik oynamak için canları gider.  Bak gör günde bir liradan fazla  kazanmazsak…
-       Yaa dur hele, daha yapmadan kiraya vermeyi mi düşünüyon?  dedim ve düşüncem dağılmasın diye yere çizmekte olduğum projeye döndüm. 

Ben bu sazı çala çala yoruldum
Kıymetimi bilmezlere kul oldum
Evvel altun idim şimdi pul oldum
Yetmez mi insafsız senden çektiğim

Yürü yavrum yürü yürüteyim seni
Saz çalayım güzelim büyüteyim seni

Türkü de, benim projem de bitmişti. 

-       Salih, gel bak işte böyle yapacağız, dedim.
-       Eee, ne kadar büyük olacak bu?
-       Boyumuz kadar!

O devirde Adana’da ev yapımında genelde çamur kullanılırdı.  Çamur deyince ilk akla gelen “kerpiç” olabilir ama bu “çamur evler”i yapmak hem daha ucuz ve kolaydı  ve hem de çok daha çabuk yapılırdı.  Şöyle ki;  kartondan yapılmış  bir küp (ya da dikdörtgen prizma)  düşününün.  Üste gelen yüzeyi kesip atın. Taban kenarlarına dokunmadan küpün yan yüzeylerini  biribirinden ayırıp bir düzlem üzerine açın.  Tamam mı?  Ne kaldı geriye? Artı işaretine benzer bir şekil değil mi?  Ortadaki alt yüzeyi de yok edin. İşte geriye kalanlar  evin yerde yatan duvarları.  Önce her bir duvarın soyulmuş ve kurutulmuş kavak ağacından çerçevesi yapılır, daha sonra bu çerçeve dikine dikine kargı kamışları ile döşenirdi.  Duvar ayağa kaldırıldığında dağılıp düşmesinler diye, kamışlar ya çivilerle  çıtalara çakılır, yada  iplerle  örülerek duvar çerçevesine bağlanırdı. İç ve dıştan çamurla sıvandığında, bu kamışlar beton içerisine konan demir görevini yaparlardı.  Eğer  duvarlarda pencere ya da kapı olacaksa, pencere ve kapı yerleri daha duvarlar yerdeyken de oyulmak suretiyle hazırlanabilirdi.   Dört duvarın da kargı kamışı ile  kaplanması bitince, yerde yatmakta olan her bir duvarın tepesine bir halat bağlanır, birkaç işçi tarafından birer birer ayağa kaldırılır, sonra dört duvar köşelerinden birbirine bağlanırdı.  Böylece evin iskeleti tamamlanmış olurdu. İçeriden ve dışarıdan kalınca sıvanacak çamur ise en az on gün kadar önce hazırlanmış olmalıydı.  Kuruyunca çatlamaması için, içerisine bolca saman ilave edilmiş çamur günlerce işçiler tarafından çıplak ayakla çiğnenir daha sonra da dinlenmeye bırakılırdı.  Kovalarla taşınan çamur duvara aşağıdan yukarıya doğru sıvanmaya başlardı ki altı boş olup da patır patır dökülmesin diye.   Elini kovaya daldıran sıvacı küçük bir karpuz kadar çamur topağını avucuna alır “şaaap” diye duvara fırlatır, yapıştırırdı. Duvara yeteri kadar çamur şapşaplanınca  elinin ayası ile hem bu topakları düzeltir hem de  aralarındaki boşlukları doldururdu.   İçeriden ve dışarıdan yapılan bu işlem bir tek sıvacı tarafından iki-üç gün gibi kısa bir sürede bile bitirilebilirdi.  Evin tabanını toprak olarak bırakan da olurdu, beton döken de.  Evin damı ise genelde çinkodan yapılırdı, ki bunun için çatı yapmak, doğru eğimi vermek, altına tavan yapmak gibi işlemler ustalık gerektirirdi.  Ev yapanlar genellikle bu noktada babama ihtiyaç duyarlar ve çatıyı onun yapmasını isterlerdi, zira babamın o güne kadar yaptığı damlar en yoğun yağmurda bile su sızdırmazlıkları  ile ün salmıştı.  Bu kargı kamışlı çamur evlerin içi kışın sıcak, yazın serin olurdu ve gayet sağlıklı bir yaşam ortamı sağlarlardı.  Dışları genellikle kireçle badana yapılırdı ve, sanılanın aksine,  topraktan yapılmalarına rağmen yağmurdan hiçbir zarar görmezlerdi.

Eğmeli yavrum eğmeli
Fistan yere değmeli
Bir yiğidin sevdiği
Dünyalara değmeli

Bu defa Ahmet Gazi Ayhan bu türküye başlamıştı ki Salih;

-        Madem planladın, hadi başlayak, dedi.

Yüz adım kadar ötedeki bir arsaya bu çamur evlerden bir tanesi yeni yapılmaya başlanmıştı ve bizim de küçük bir ev yapma fikrimiz ondan kaynaklanmıştı.  İlkokul üçten dörde geçtiğimiz senenin yaz tatilinin ortalarındaydık ve, işin aslına bakarsanız, oynamaktan bıktığımız oyunların dışında kendimize yeni bir meşgale arıyorduk.

Birkaç gün öncesi ben, Cinik Salih, Lıklık Mahir ve Malak Macit yakındaki bir dut ağacının altına oturmuş  ev yapan işçilerin yerde yatan duvar iskeletine kargı kamışı döşemelerini izliyorduk. 

-       Lan biz de bi tane küçük ev yapsak böyle n’olur?  dedi Cinik.
-       He valla lan,  dedi Malak, hem de bu dutun altında yapak!
-       Tamam da olum, nası yapılır biliyonuz mu? diye lafa karıştı Lıklık.
-       Adil bilir, onun babası usta, diye cevapladı Cinik, o planlar.

Tamam, usta olmasına babam ustaydı, hem de iyi bir ustaydı ama onun her bildiğini benim de biliyor olmam mı gerekiyordu?  Bu ev yapımı konusunda onlardan daha fazla bir bilgim yoktu ama bozuntuya vermedim ve,

-       Plan kolay, siz yardım ederseniz  evi yaparız, deyiverdim. 

Oradaki inşaat alanında kargı kamışı olsun, dinlenmiş çamur olsun bolca vardı ve bir miktar almamıza da hiçbirşey engel değildi.  Zira çatısını babam yapacak ya, sıkıysa istediğimizi vermesinlerdi. 

Aldık, aldık!  İnşaat sahibinden olsun, babamdan olsun, gereken izinleri aldık ama bir şartla… hergün birer saat bedavaya çamur çiğneyecektik!  Olsun, bu bile bizim için bir eğlenceydi.  Derhal kabullendik, kısa pantolonları çıkartıp iç donlarıyla hemen işe başladık. Vaccık-vuccuk tepeliyorduk samanlı çamuru.  Tahmin ettiğimiz gibi bu iş bize ilk birkaç dakika çok eğlenceli geldi.  Ama, bir saat kadar sonra bacaklarımızın engellenemez  titremesinden dolayı ayakta duramaz hale geleceğimizi nerden bilebilirdik ki!   Ama ne olursa olsun, yapacaktık küçük evimizi.

Ertesi sabah babamın takım dolabından testere, çekiç, keser, metre, çivi vs. gibi alet ve adavatı aldık ve kendi inşaat şantiyemizi kurduk dut ağacının altına.   Evimizin boyunu planladığımızdan biraz daha kısa yapmak zorunda olduğumuz gerçeği ile karşı karşıya kalmıştık, çünkü bize verdikleri iskeletlik kavak artıklarının en uzunu birbuçuk metre civarındaydı.  Çaresiz, kullanılacak dikmelerin uzunluğunu eldeki malzemeye uydurmak zorunda kaldık.  N’apalım, biz de evimizde biraz eğilerek gezerdik olur biterdi.  Yaptığımız her işlem ev inşaatında çalışan işçilerin taklidi oluyor, onları bir gün geriden takip ediyorduk, ki bir gün sıvacı ustası işe gelmedi.  Biz de bir gün ara verdik haliyle.  Ama sonra öğrendik ki adamın babası ölmüş ve en az bir hafta inşaata gelemeyecekmiş.  Biz bekleyemezdik.  Daha önce seyrettiğimiz bu tür çamur ev yapımlarından aklımızda kalan bilgiler ile işimize devam etmeliydik.  Öyle de oldu.  Sonuçta, eğri büğrü de olsa duvarları dikmiş, içten ve dıştan sıvamıştık. Şimdi elimizde bir metreye bir buçuk metre boyutlarında  tabanı, bir buçuk metre kadar da yüksekliği olan, ama henüz üstü kapanmamış bir evimiz vardı.  Duvarları yaparken gereken boşlukları  oyup hazırlamıştık  ama oralara kapı veya pencere yerleştirmekten vazgeçmiştik, sadece delik olarak kalacaklardı.  Öyle ya, içinde eşya olmayan evin kapı penceresi olsa veya olmasa ne fark edecekti ki?  (Aslında yorulmuştuk ve, açıkçası, artık kapı-pencere ile uğraşmaya gözümüz kesmiyordu).

Bu noktaya gelene kadar evin üstünü nasıl kapatacağımızı hiç düşünmemiştik.  Sonuçta mimar-mühendis bendim ya, benim kararımı soracaklardı.  Ben de “bilmiyorum” dememek için babama danışmam en doğrusuydu.  “Kontrplak ve rabrayıt ile dümdüz kapatın”  dedi babam.   Rabrayıt (ruberoid) dediği o zamanlar dam kaplaması olarak kullanılan, katran ile kaplanmış kalın kağıttan başka başka bir şey değildi ve gerçekten de yağmur geçirmeyen en ucuz malzemeydi.  “Rabrayıtı da kontrplağı da ben size veririm ama siz kesip siz çakacaksınız” dedi. Bu mesele de böylece halledilmiş oldu.

Daha hiç kimse bana dam konusunu sormadan, ertesi sabah bizim ekibi toplayıp evimizin avlusunda babamın atölye haline getirdiği sundurmaya götürdüm, malzemeyi aldık ve kurumaya başladığı için duvarları koyu kahveden sütlü kahve rengine dönmekte olan evciğimize doğru yollandık.  Kenarlarını düp düzgün kesememiş olsak da, hem kontrplağı hem de onun üzerine kaplama olarak sereceğimiz ruberoid’i kesmiş ve damı çakmıştık.  İşte, evimiz karşımızdaydı, ama hiç aklımıza gelmeyen bir problemle karşılaşmıştık.  Evin köşe direklerinin yere gelen uçları uzun tutulup yere gömülmediği için ev yerinden oynuyordu!  Yani güçlü kuvvetli birkaç kişi alıp evimizi götürebileceği gibi, sert bir rüzgar da kaldırıp bir tarafa atabilirdi.  Onun da çaresini bulduk;  “katil çivi” diye tabir edilen bir karış uzunluğundaki çivilerle duvarlardan birisinin içinden evi dut ağacına çakacaktık! Duvarlar kurur kurumaz bu çakma işlemini yapmaya karar vermiş olmanın rahatlığı ile eserimizi seyretmeye koyulduk.

-       Lan valla güzel oldu haa!  dedi Malak.
-       Evde bir hasır parçası var, onu da yere serdik mi tamamdır bu iş, dedi Lıklık, hemen gidip getiriim mi?
-       Durun be!,  diye bağırdım,  duvarlar tam kurumadan içeriye girmek yok!
-       Tamam,dedi Cinik, kuruyunca ben de çiçek resmi getirip asacam şu duvara, kızların hoşuna gider.
-       Gızların ne işi var lan evimizde? diye sordu Lıklık. 
Ticari zekası bizden bir hayli ileride olan Cinik,
-       Evcilik oynasınlar diye onlara kiraya verip para kazanacık olum!,  Kızlar çiçek resmini severler.

Biz aramızda konuşurken Karakız yanımıza gelmiş, kuyruğunu sallaya sallaya o da bizimle beraber yaptığımız eve bakıyordu.   Karakız mahallede bizimle birlikte büyüyen onlarca köpekten birisiydi.   Rengi simsiyah olduğu için, erkek olsa mutlaka adını Karabaş koyardık ama dişi olduğu için Karakız olmuştu. Köpeği ilk fark eden Malak oldu;

-       Karakııız, Karakııız!  Gel kız gel!  Lan bu hamile ha biliyonuz mu?
-       Biliyoruk lan, hamile köpeği annamıyacak kadar salak mıyık olum?
-       Kız, geceleri gel de evimizi bekle.  Bak biri yanaştı mı saldır ha!
-       Lan bu güne kadar Karakız kime saldırdı ki hırsıza saldırsın?
-       Hırsız n’apacak lan bu evi?
-       Lan öbür mahalleden birileri gelir evi yıkar diye söylüyom  (hırsız diyemezdi)  hırhız için deel.

Eserimizi bir müddet daha seyrettikten sonra dağılıp evlerimize gittik.  Aramızda konuşup buluşma saati konusunda  anlaşmamıştık ama hepimizin ertesi sabah erken erken orada toplanacağımızdan hiçbirimizin şüphesi yoktu.

En geç ben gelmiştim.  Bizim inşaat ekibi evciğimizin önüne çömelmiş, sessiz sedasız kapısından içeriye bakıyorlardı.  Onların bu sessizliği pek hayra alamet sayılmazdı ya, hadi hayırlısı…

-        Ne var lan, dedim, yılan mı var içerde?

Kafasını aşağıdan yukarıya doğru kaldırıp burnu ile “bak” işareti yaptı Lıklık.  Hakikaten ne vardı içeride ve bunlar niçin hiç konuşmuyorlardı? Gayri ihtiyari hepsinin önüne geçtim ve kapıdan içeriye baktım, bir de ne göreyim?  
Bizim Karakız yere yan uzanmış, altı tane simsiyah yavrusu ise meme emmeye çalışıyorlar!  Meğerse o gece bizim minik evde doğum yapmış! Ben kapı eşiğine kadar gelince Karakız kuyruğunu pat pat diye toprağa vurmaya başladı ve bir suç işlemişçesine önce bana sonra yere baktı. 

-       Kız, bunlar ne böyle?  dedim, yavrularını göstererek.  

Daha gözleri bile açılmamış yavrularını bırakıp ayağa kalktı, sendeleye sendeleye kapıya kadar gelip kendisine uzattığım avucumu yaladı.  Diğer elimle başını okşadım.  İzin almış olmanın rahatlığı ile geriye döndü, gitti yine yavrularının önüne yattı.
Cinik Salih’e döndüm:

-       Aferin lan Cinik!  Eve hemen bir kız kiracı bulmuşsun, helal sana valla!

-       Ya bırak dalga geçmeyi. Bu hayvan aç-susuzdur şimdi, dedi, hadi herkes evden yiyecek  bir şeyler getirsin.

Koşa koşa evlere dağıldık.  Kimimiz tencereden yürüttüğü etli kemiği, kimimiz süte doğranmış  ekmeği, kimimiz annemizin misafir için hazırladığı böreği getirdik ve bir tas su ile birlikte  içeriye koyduk. 

Bu ikramlar uzun müddet, hem de hemen hemen hergün aynen devam etti. Birkaç hafta sonra yavrular dışarıya çıkıp gezecek kadar büyümüşlerdi.  Onları elimize alıp sevmemize Karakız hiç seslenmiyor ve biz yavrularını kendisine iade edene kadar da kulübede sabırla bekliyordu.

Evet, evciğimize hem kiracı bulmuştuk hem de bekçi.  Artık hiçbir “hırhız” evimizi çalamaz, hiç kimse eserimize zarar veremezdi.  Hatta hatta hiç kimse evin içerisine bile giremezdi.  Maalesef buna biz de dahildik, çünkü Karakız evin kiracısı değil sahibi olmuştu!

-       Lan bari yarın bir kömür getirin de kapının üzerine KARAKIZ’IN EVİ yazalım dedi Lıklık, nasıl olsa bu ev hiçbir zaman bizim olmayacak!
-       Bir tane daha yapak o zaman, dedi Malak.
-       Yoğurt mu dedin?  dedi Cinik, mahallede daha kaç tane köpek var biliyon mu sen?  Bize sıra gelmez oolum, boşveeerrr….

23 Şubat 2014 – Adana



Her sabah her seher gelir geçersin
Kanımı kadehe koyar içersin
Ne beni alırsın ne de geçersin
Yetmez mi insafsız senden çektiğim

Yürü yavrum yürü yürüteyim seni
Saz çalayım güzelim uyutayım seni

Bizim “altı lambalı”  Alman malı Minerva radyonun sesi yine pencereden sokağa taşmış, heykeli dikilmeye layık derecede Türk Halk Müziğine hizmet ve katkılarda bulunduğunu  sonradan öğrenmiş olduğum Neriman Altındağ ablamız o güzel sesi ile söylüyor da söylüyordu.  (O yıllarda soyadının hangisi olduğunu tam hatırlayamıyorum, zira önce Muzaffer Sarısözen ile, daha sonra da Nida Tüfekçi ile evlilik yapmıştı.  Ama ikinci evliliği çok uzun sürdüğünden olsa gerek, daha çok Neriman Altındağ Tüfekçi olarak hatırlanmaktadır.  Ablası Perihan Altındağ da ünlü ses sanatçısıydı).
 Neriman Alltındağ
-        Hem kızlara da kiraya veririz, saati on kuruş!

Evimizin ara sokağa bakan penceresinin altında,  sokağın kenarında, yerde,   elimle düzelttiğim  tozların üzerine bir çubukla çizmekte olduğum kare kare şekillerden başımı kaldırım Cinik Salih’e sordum:

-       Kızlar niye kiralasınlar ki?
-       Ohooo…  İçinde evcilik oynamak için canları gider.  Bak gör günde bir liradan fazla  kazanmazsak…
-       Yaa dur hele, daha yapmadan kiraya vermeyi mi düşünüyon?  dedim ve düşüncem dağılmasın diye yere çizmekte olduğum projeye döndüm. 

Ben bu sazı çala çala yoruldum
Kıymetimi bilmezlere kul oldum
Evvel altun idim şimdi pul oldum
Yetmez mi insafsız senden çektiğim

Yürü yavrum yürü yürüteyim seni
Saz çalayım güzelim büyüteyim seni

Türkü de, benim projem de bitmişti. 

-       Salih, gel bak işte böyle yapacağız, dedim.
-       Eee, ne kadar büyük olacak bu?
-       Boyumuz kadar!

O devirde Adana’da ev yapımında genelde çamur kullanılırdı.  Çamur deyince ilk akla gelen “kerpiç” olabilir ama bu “çamur evler”i yapmak hem daha ucuz ve kolaydı  ve hem de çok daha çabuk yapılırdı.  Şöyle ki;  kartondan yapılmış  bir küp (ya da dikdörtgen prizma)  düşününün.  Üste gelen yüzeyi kesip atın. Taban kenarlarına dokunmadan küpün yan yüzeylerini  biribirinden ayırıp bir düzlem üzerine açın.  Tamam mı?  Ne kaldı geriye? Artı işaretine benzer bir şekil değil mi?  Ortadaki alt yüzeyi de yok edin. İşte geriye kalanlar  evin yerde yatan duvarları.  Önce her bir duvarın soyulmuş ve kurutulmuş kavak ağacından çerçevesi yapılır, daha sonra bu çerçeve dikine dikine kargı kamışları ile döşenirdi.  Duvar ayağa kaldırıldığında dağılıp düşmesinler diye, kamışlar ya çivilerle  çıtalara çakılır, yada  iplerle  örülerek duvar çerçevesine bağlanırdı. İç ve dıştan çamurla sıvandığında, bu kamışlar beton içerisine konan demir görevini yaparlardı.  Eğer  duvarlarda pencere ya da kapı olacaksa, pencere ve kapı yerleri daha duvarlar yerdeyken de oyulmak suretiyle hazırlanabilirdi.   Dört duvarın da kargı kamışı ile  kaplanması bitince, yerde yatmakta olan her bir duvarın tepesine bir halat bağlanır, birkaç işçi tarafından birer birer ayağa kaldırılır, sonra dört duvar köşelerinden birbirine bağlanırdı.  Böylece evin iskeleti tamamlanmış olurdu. İçeriden ve dışarıdan kalınca sıvanacak çamur ise en az on gün kadar önce hazırlanmış olmalıydı.  Kuruyunca çatlamaması için, içerisine bolca saman ilave edilmiş çamur günlerce işçiler tarafından çıplak ayakla çiğnenir daha sonra da dinlenmeye bırakılırdı.  Kovalarla taşınan çamur duvara aşağıdan yukarıya doğru sıvanmaya başlardı ki altı boş olup da patır patır dökülmesin diye.   Elini kovaya daldıran sıvacı küçük bir karpuz kadar çamur topağını avucuna alır “şaaap” diye duvara fırlatır, yapıştırırdı. Duvara yeteri kadar çamur şapşaplanınca  elinin ayası ile hem bu topakları düzeltir hem de  aralarındaki boşlukları doldururdu.   İçeriden ve dışarıdan yapılan bu işlem bir tek sıvacı tarafından iki-üç gün gibi kısa bir sürede bile bitirilebilirdi.  Evin tabanını toprak olarak bırakan da olurdu, beton döken de.  Evin damı ise genelde çinkodan yapılırdı, ki bunun için çatı yapmak, doğru eğimi vermek, altına tavan yapmak gibi işlemler ustalık gerektirirdi.  Ev yapanlar genellikle bu noktada babama ihtiyaç duyarlar ve çatıyı onun yapmasını isterlerdi, zira babamın o güne kadar yaptığı damlar en yoğun yağmurda bile su sızdırmazlıkları  ile ün salmıştı.  Bu kargı kamışlı çamur evlerin içi kışın sıcak, yazın serin olurdu ve gayet sağlıklı bir yaşam ortamı sağlarlardı.  Dışları genellikle kireçle badana yapılırdı ve, sanılanın aksine,  topraktan yapılmalarına rağmen yağmurdan hiçbir zarar görmezlerdi.

Eğmeli yavrum eğmeli
Fistan yere değmeli
Bir yiğidin sevdiği
Dünyalara değmeli

Bu defa Ahmet Gazi Ayhan bu türküye başlamıştı ki Salih;

-        Madem planladın, hadi başlayak, dedi.

Yüz adım kadar ötedeki bir arsaya bu çamur evlerden bir tanesi yeni yapılmaya başlanmıştı ve bizim de küçük bir ev yapma fikrimiz ondan kaynaklanmıştı.  İlkokul üçten dörde geçtiğimiz senenin yaz tatilinin ortalarındaydık ve, işin aslına bakarsanız, oynamaktan bıktığımız oyunların dışında kendimize yeni bir meşgale arıyorduk.

Birkaç gün öncesi ben, Cinik Salih, Lıklık Mahir ve Malak Macit yakındaki bir dut ağacının altına oturmuş  ev yapan işçilerin yerde yatan duvar iskeletine kargı kamışı döşemelerini izliyorduk. 

-       Lan biz de bi tane küçük ev yapsak böyle n’olur?  dedi Cinik.
-       He valla lan,  dedi Malak, hem de bu dutun altında yapak!
-       Tamam da olum, nası yapılır biliyonuz mu? diye lafa karıştı Lıklık.
-       Adil bilir, onun babası usta, diye cevapladı Cinik, o planlar.

Tamam, usta olmasına babam ustaydı, hem de iyi bir ustaydı ama onun her bildiğini benim de biliyor olmam mı gerekiyordu?  Bu ev yapımı konusunda onlardan daha fazla bir bilgim yoktu ama bozuntuya vermedim ve,

-       Plan kolay, siz yardım ederseniz  evi yaparız, deyiverdim. 

Oradaki inşaat alanında kargı kamışı olsun, dinlenmiş çamur olsun bolca vardı ve bir miktar almamıza da hiçbirşey engel değildi.  Zira çatısını babam yapacak ya, sıkıysa istediğimizi vermesinlerdi. 

Aldık, aldık!  İnşaat sahibinden olsun, babamdan olsun, gereken izinleri aldık ama bir şartla… hergün birer saat bedavaya çamur çiğneyecektik!  Olsun, bu bile bizim için bir eğlenceydi.  Derhal kabullendik, kısa pantolonları çıkartıp iç donlarıyla hemen işe başladık. Vaccık-vuccuk tepeliyorduk samanlı çamuru.  Tahmin ettiğimiz gibi bu iş bize ilk birkaç dakika çok eğlenceli geldi.  Ama, bir saat kadar sonra bacaklarımızın engellenemez  titremesinden dolayı ayakta duramaz hale geleceğimizi nerden bilebilirdik ki!   Ama ne olursa olsun, yapacaktık küçük evimizi.

Ertesi sabah babamın takım dolabından testere, çekiç, keser, metre, çivi vs. gibi alet ve adavatı aldık ve kendi inşaat şantiyemizi kurduk dut ağacının altına.   Evimizin boyunu planladığımızdan biraz daha kısa yapmak zorunda olduğumuz gerçeği ile karşı karşıya kalmıştık, çünkü bize verdikleri iskeletlik kavak artıklarının en uzunu birbuçuk metre civarındaydı.  Çaresiz, kullanılacak dikmelerin uzunluğunu eldeki malzemeye uydurmak zorunda kaldık.  N’apalım, biz de evimizde biraz eğilerek gezerdik olur biterdi.  Yaptığımız her işlem ev inşaatında çalışan işçilerin taklidi oluyor, onları bir gün geriden takip ediyorduk, ki bir gün sıvacı ustası işe gelmedi.  Biz de bir gün ara verdik haliyle.  Ama sonra öğrendik ki adamın babası ölmüş ve en az bir hafta inşaata gelemeyecekmiş.  Biz bekleyemezdik.  Daha önce seyrettiğimiz bu tür çamur ev yapımlarından aklımızda kalan bilgiler ile işimize devam etmeliydik.  Öyle de oldu.  Sonuçta, eğri büğrü de olsa duvarları dikmiş, içten ve dıştan sıvamıştık. Şimdi elimizde bir metreye bir buçuk metre boyutlarında  tabanı, bir buçuk metre kadar da yüksekliği olan, ama henüz üstü kapanmamış bir evimiz vardı.  Duvarları yaparken gereken boşlukları  oyup hazırlamıştık  ama oralara kapı veya pencere yerleştirmekten vazgeçmiştik, sadece delik olarak kalacaklardı.  Öyle ya, içinde eşya olmayan evin kapı penceresi olsa veya olmasa ne fark edecekti ki?  (Aslında yorulmuştuk ve, açıkçası, artık kapı-pencere ile uğraşmaya gözümüz kesmiyordu).

Bu noktaya gelene kadar evin üstünü nasıl kapatacağımızı hiç düşünmemiştik.  Sonuçta mimar-mühendis bendim ya, benim kararımı soracaklardı.  Ben de “bilmiyorum” dememek için babama danışmam en doğrusuydu.  “Kontrplak ve rabrayıt ile dümdüz kapatın”  dedi babam.   Rabrayıt (ruberoid) dediği o zamanlar dam kaplaması olarak kullanılan, katran ile kaplanmış kalın kağıttan başka başka bir şey değildi ve gerçekten de yağmur geçirmeyen en ucuz malzemeydi.  “Rabrayıtı da kontrplağı da ben size veririm ama siz kesip siz çakacaksınız” dedi. Bu mesele de böylece halledilmiş oldu.

Daha hiç kimse bana dam konusunu sormadan, ertesi sabah bizim ekibi toplayıp evimizin avlusunda babamın atölye haline getirdiği sundurmaya götürdüm, malzemeyi aldık ve kurumaya başladığı için duvarları koyu kahveden sütlü kahve rengine dönmekte olan evciğimize doğru yollandık.  Kenarlarını düp düzgün kesememiş olsak da, hem kontrplağı hem de onun üzerine kaplama olarak sereceğimiz ruberoid’i kesmiş ve damı çakmıştık.  İşte, evimiz karşımızdaydı, ama hiç aklımıza gelmeyen bir problemle karşılaşmıştık.  Evin köşe direklerinin yere gelen uçları uzun tutulup yere gömülmediği için ev yerinden oynuyordu!  Yani güçlü kuvvetli birkaç kişi alıp evimizi götürebileceği gibi, sert bir rüzgar da kaldırıp bir tarafa atabilirdi.  Onun da çaresini bulduk;  “katil çivi” diye tabir edilen bir karış uzunluğundaki çivilerle duvarlardan birisinin içinden evi dut ağacına çakacaktık! Duvarlar kurur kurumaz bu çakma işlemini yapmaya karar vermiş olmanın rahatlığı ile eserimizi seyretmeye koyulduk.

-       Lan valla güzel oldu haa!  dedi Malak.
-       Evde bir hasır parçası var, onu da yere serdik mi tamamdır bu iş, dedi Lıklık, hemen gidip getiriim mi?
-       Durun be!,  diye bağırdım,  duvarlar tam kurumadan içeriye girmek yok!
-       Tamam,dedi Cinik, kuruyunca ben de çiçek resmi getirip asacam şu duvara, kızların hoşuna gider.
-       Gızların ne işi var lan evimizde? diye sordu Lıklık. 
Ticari zekası bizden bir hayli ileride olan Cinik,
-       Evcilik oynasınlar diye onlara kiraya verip para kazanacık olum!,  Kızlar çiçek resmini severler.

Biz aramızda konuşurken Karakız yanımıza gelmiş, kuyruğunu sallaya sallaya o da bizimle beraber yaptığımız eve bakıyordu.   Karakız mahallede bizimle birlikte büyüyen onlarca köpekten birisiydi.   Rengi simsiyah olduğu için, erkek olsa mutlaka adını Karabaş koyardık ama dişi olduğu için Karakız olmuştu. Köpeği ilk fark eden Malak oldu;

-       Karakııız, Karakııız!  Gel kız gel!  Lan bu hamile ha biliyonuz mu?
-       Biliyoruk lan, hamile köpeği annamıyacak kadar salak mıyık olum?
-       Kız, geceleri gel de evimizi bekle.  Bak biri yanaştı mı saldır ha!
-       Lan bu güne kadar Karakız kime saldırdı ki hırsıza saldırsın?
-       Hırsız n’apacak lan bu evi?
-       Lan öbür mahalleden birileri gelir evi yıkar diye söylüyom  (hırsız diyemezdi)  hırhız için deel.

Eserimizi bir müddet daha seyrettikten sonra dağılıp evlerimize gittik.  Aramızda konuşup buluşma saati konusunda  anlaşmamıştık ama hepimizin ertesi sabah erken erken orada toplanacağımızdan hiçbirimizin şüphesi yoktu.

En geç ben gelmiştim.  Bizim inşaat ekibi evciğimizin önüne çömelmiş, sessiz sedasız kapısından içeriye bakıyorlardı.  Onların bu sessizliği pek hayra alamet sayılmazdı ya, hadi hayırlısı…

-        Ne var lan, dedim, yılan mı var içerde?

Kafasını aşağıdan yukarıya doğru kaldırıp burnu ile “bak” işareti yaptı Lıklık.  Hakikaten ne vardı içeride ve bunlar niçin hiç konuşmuyorlardı? Gayri ihtiyari hepsinin önüne geçtim ve kapıdan içeriye baktım, bir de ne göreyim?  
Bizim Karakız yere yan uzanmış, altı tane simsiyah yavrusu ise meme emmeye çalışıyorlar!  Meğerse o gece bizim minik evde doğum yapmış! Ben kapı eşiğine kadar gelince Karakız kuyruğunu pat pat diye toprağa vurmaya başladı ve bir suç işlemişçesine önce bana sonra yere baktı. 

-       Kız, bunlar ne böyle?  dedim, yavrularını göstererek.  

Daha gözleri bile açılmamış yavrularını bırakıp ayağa kalktı, sendeleye sendeleye kapıya kadar gelip kendisine uzattığım avucumu yaladı.  Diğer elimle başını okşadım.  İzin almış olmanın rahatlığı ile geriye döndü, gitti yine yavrularının önüne yattı.
Cinik Salih’e döndüm:

-       Aferin lan Cinik!  Eve hemen bir kız kiracı bulmuşsun, helal sana valla!

-       Ya bırak dalga geçmeyi. Bu hayvan aç-susuzdur şimdi, dedi, hadi herkes evden yiyecek  bir şeyler getirsin.

Koşa koşa evlere dağıldık.  Kimimiz tencereden yürüttüğü etli kemiği, kimimiz süte doğranmış  ekmeği, kimimiz annemizin misafir için hazırladığı böreği getirdik ve bir tas su ile birlikte  içeriye koyduk. 

Bu ikramlar uzun müddet, hem de hemen hemen hergün aynen devam etti. Birkaç hafta sonra yavrular dışarıya çıkıp gezecek kadar büyümüşlerdi.  Onları elimize alıp sevmemize Karakız hiç seslenmiyor ve biz yavrularını kendisine iade edene kadar da kulübede sabırla bekliyordu.

Evet, evciğimize hem kiracı bulmuştuk hem de bekçi.  Artık hiçbir “hırhız” evimizi çalamaz, hiç kimse eserimize zarar veremezdi.  Hatta hatta hiç kimse evin içerisine bile giremezdi.  Maalesef buna biz de dahildik, çünkü Karakız evin kiracısı değil sahibi olmuştu!

-       Lan bari yarın bir kömür getirin de kapının üzerine KARAKIZ’IN EVİ yazalım dedi Lıklık, nasıl olsa bu ev hiçbir zaman bizim olmayacak!
-       Bir tane daha yapak o zaman, dedi Malak.
-       Yoğurt mu dedin?  dedi Cinik, mahallede daha kaç tane köpek var biliyon mu sen?  Bize sıra gelmez oolum, boşveeerrr….

23 Şubat 2014 – Adana

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder