BİR ZAMANLAR…
Bir zamanlar
(kapıyı iki kere çalar mıydı pek hatırlamıyorum ama) postacı kapıyı bir
şekilde çalardı ve mektup getirirdi bize. Kimi zaman zarfın bir
kenarını yırtar, kimi zaman ince bir bıcak ile zarfı açar ve alel acele
mektubu çıkartır, merakla okumaya başlardık. Bize mektup gönderen
insanın ellerinin değdiği o kağıdı özenle katlar, zarfına koyar ve
tekrar okunmak üzere çekmeceye kaldırırdık. Şimdi? Akıllı telefonlar,
iPad’ler, laptoplar postacı oldu, zarf oldu, email’ler, Whatsup’lar,
mesajlar vesaireler de mektup!
Her sabah yaptığım
gibi bu sabah da, adı geçen cihazlardan birkaç tanesi bir elimde kahvem
diğer elimde, (250 gram kadar olsa da) Adana Baraj gölünün manzarası
görünen evimin camlı balkonuna çıktım, gelen elektronik postalara
bakacağım. O da ne? Güzelim göl de arkasındaki tepeler de görünmez
olmuş! Biz Adana’da sis denilen tabiat olayına pek alışık değilizdir;
her taraf bembeyaz bir bulut içinde ve tüm manzara kayıp! Eskiden
olsa, fotoğraf çekmek için tekrar balkondan içeriye gireceksin, fotoğraf
makinesini (yerini hatırlayabilirsen) bulacaksın, pili boş mu dolu mu
kontrol edeceksin sonra gelip resim çekeceksin… Üşenirdim ve zahmet
olur diye vaz geçerdim herhalde. Ama şu telefonlar hakikaten akıllı be
arkadaş. Neye ihtiyacın varsa o oluveriyorlar. Hemen göl tarafındaki
sis görüntüsünü telefonla resimledim. (Sis kalktıktan sonra aynı
noktadan çektiğim resimle beraber ikisini de ekte göreceksiniz). Sonra
balkondaki çepeçevre camlardan bir tanesini açıp serin nemli havayı
zevkle teneffüs etmeye başladım. Aşağıda, yol kenarında, sisten
dolayı silueti bile zor görünen bir çocuk dikkatimi çekti. Sabahın o
saatinde, hamal misali sırtında koca bir çanta ile okul servisini
bekliyor… Anne-babasından kimse yok yanında. Büyük bir ihtimalle,
onlar çoktan işe gitmişlerdir ve bu garibim de erken erken evden çıkmak
zorunda kalmıştır. Ayakta uyuyormuşçasına yerinden kıpırdamadan çeyrek
saatten fazla bekledi bekledi ve gelen okul servisine bir robot gibi
bindi gitti.
Bir zamanlar, bizim
ilkokul yıllarımızda, sabahçı-öğlenci diye iki ayrı gurup ders görürdü
okullarda. Sabahçı isek, öğlen annemizin pişirdiği yemeğimizi evde yer,
hemen ardından oyun oynamak için dışarıya fırlardık. Mevsimine göre,
erkek çocuklar olarak birdirbir, uzuneşek, fırındak (topaç), çelik
çomak, bilye, kovboyculuk gibi oyunlar oynar, akşam da yorgun argın ders
çalışmaya otururduk. Kızlar ise dışarıda ip atlama, seksek türünde
oyunlarla vakit geçirirler, çoğu zaman da bez bebeklerini alır
birbirlerine güya misafirliğe gider, evcilik oynarlardı. Yani, bu
oyunlarla farkında olmadan kızlı-erkekli gelecekteki hayatımıza
hazırlanırdık. Öğlenci gurubunda isek, bu oyunlara sabah kahvaltısından
sonra başlardık, yine öğlen yemeğimizi evde yedikten sonra okula
giderdik. Şimdilerde bakıyorum da, çocuklar sabahın köründe işe gider
gibi evden çıkıyorlar, akşam eve dönüş saatleri ise belli değil. Neden
mi? İş sadece okula gitmekle bitmiyor da ondan. Bu devirde talebe
isen, okuldan çıktıktan sonra bir de dershaneye gideceksin. Bitti
mi? Nerdeee? Dersaneden geleceksin, ana ya da baba, “hadi otur da
öğretmeninin verdiği ödevleri bitir” diyecek. Herkes televizyon
başındayken, istemeye istemeye odana çekilecek, belki de hayatta hiç
lazım olmayacak yüzlerce bilgiyi ezberlemeye çalışacaksın. “Tamam
ödevlerim bitti” diyerek televizyondaki bir dizinin ya da bir yarışmanın
birkaç sahnesine bakayım desen, “Hadi doooğru yatağa! Yarın deneme
sınavın var, uykusuz kalma” diyecekler. Oyun olarak bütün şansın, eğer
varsa, tablet veya bilgisayarda yapay oyunlar oynamak olacak! O da,
hafta sonu değilse eğer, kaçak-göçek olarak tabii ki. Okulda,
dershanede, evde, hep dört duvar arasındasın. Yine şansın varsa sabah
kahvaltısını evde yaparsın. Yoksa; simit ayrana talim! Öğlen zaten
yemekhaneye mahkumsun, çıkan yemekleri ise elindeyse beğenme! Eğer
imkanları varsa ve yıllık izinleri birbirine denk düşerse, yaz aylarında
ana-baban tarafından birkaç hafta tatile götürülürsün. Ama yine hür
değilsin, zira sınavlara hazırlanmak için günün belirli saatlerinde bir
odaya kapatılma ihtimalin yine var! Yaz tatilinde bile, olabildiğince
fazla sayıda, beş cevap seçenekli soru çözmek zorundasın. Bu da
“çocukluk” mu be!
Bir zamanlar
evlerimiz kalorifer veya klima ile ısıtılıp soğutulmazdı. Adana
karlı-buzlu kışlar yaşamadığından, kömür sobası pek kullanılmaz, kış
günleri genellikle odun sobası yanardı evlerde. Sizin odun sobanız var
mıydı bilmiyorum ama bizim vardı. Sabah uyanırsın, orta yerde
“lap-lap-lap” sesleri çıkartarak yanan bir saç soba, üzerinde cızır
cızır sesler çıkartan bakır bir çaydanlık ve de içeriye yayılmış mis
gibi bir kahvaltı kokusu… “Kahvaltının da kokusu mu olur?”
demeyin. Beyaz peynir, zeytin, yumurta, tereyağı, bal ve çay… öyle bir
kokar ki…. (Ya da hepsinin o zamanlar iştah açıcı tabii bir kokuları
vardı da sonradan yok oldu). Soba yandıkça ısınır, ısındıkça da
kıpkızıl olurdu. İşte bu noktada sobayı dönük tarafının yanmaya
başladığını hissedersin ve bu nedenle soba yandıkça sen de imamın
feneri gibi fır fır dönmek zorunda kalırsın. Ya da sobanın hava deliğini
kapatacaksın ki yanması yavaşlasın ve biraz soğusun. Evet, kalorifer
de yoktu, ısıtıcı klima da… ama donup ölmedik de yani.
Bir zamanlar kuru
fasulye her konuda nimetimizdi. “Kendini kuru fasulye gibi nimetten
sanıyor” derlerdi ya, doğruymuş, kuru fasulye hakikaten
nimetmiş. (Şimdiki fiyatları da bunu ispatlıyor zaten. “Bu fasulye iki
buçuk liraaaa” diye bir türkü vardı o zamanlar, şimdi on lirayı
aştı). Pişirildiğinde, pilav eşliğinde sofraya gelir, zevkle
kaşıklanırdı. Gaz yaparmış, yapmazmış, kimin umuru? Hatta bir de kuru
soğan kestin mi yanına… “yeme de yanında yat”! Ama kuru fasulye demek
sadece yemek değildi bizim için. Hepimizin çantasında kaputbezi veya
patiskadan yapılma beyaz bir kese olurdu ve içerisinde sayı ile 50 adet
kuru fasulye tanesi bulunurdu, ama bir yüzü yassı olsun ve yuvarlanmasın
diye, yatay şekilde ikiye kırılmış olarak. Sayı saymayı kuru fasulye
taneleri ile öğrenirdik, yan yana dizerek harfleri yazmayı da… Yani hem
abaküs görevi yapar hem de tebeşir olurdu yerine göre. Kerratları
ezbere bilmeyen ise matematikten kat’iyen geçemezdi. Ne
oldu? Tabletimiz, elektronik tahtamız, hesap makinemiz, bilgisayarımız
yok diye okumayı mı sökemedik, hesap yapmayı mı öğrenemedik?
Bir zamanlar
boynumuzda bir ip olurdu. Kolye misali, içinden ip geçirilmiş bir silgi
sallanırdı ortasında. Bol bol yanlış yapar, bol bol da silerdik. Kalem
arkasındaki silgi mi dediniz? O çok sonraki yıllarda piyasaya
çıktı ve o ufacık silgi de çabucak biterdi. Boynumuzdaki koca silgi
ile, yaza sile, yaza sile doğruları sindire sindire öğrendik biz.
Bir zamanlar kalem
açacaklarımız da vardı. En çok da onu kaybederdik, zira boynuna assan
olmaz, cebinde taşısan düşer, çantana koysan sınıfta çıkartması
zor. Üçerli üçerli, omuz omuza oturduğumuz tahta sıranın üzerine
koyardık “kalemtraş”ları ve hangimizinkinin bıçağı daha keskin ise onu
kullanırdık sonuçta. Kalem kutuları çok daha sonraları çıktı piyasaya
ve kalem-açacak-silgi taşıma alışkanlığımız da böylece kolaylaşmış oldu.
Bir zamanlar okul
servisleri de yoktu. Uzak veya yakın, okula yaya gidilirdi. Aynı
mahallede oturan çocuklar aynı okula giderlerdi. Şimdilerde
“öğretmenleri iyi” diye isim yapan okullara rağbet fazla olduğundan,
ana-babalar çocuklarını, gitmesi servisle bile saatlerce süren, uzak
okullara yazdırmak için ne numaralar çekiyorlar bir bilseniz! Rağbet
gören okulun olduğu mahallede oturuyor görünmek için, o mahallede
oturan bir tanıdığın elektrik ya da su aboneliğini üzerlerine alıyorlar,
üzerinde isimleri yazılı faturayı ikametgah belgesi gibi okul
müdürüne sunup çocuklarını o okula kaydettiriyorlar. Bütün bu hengame
küçücük bir çocuğun hergün birkaç saatini yolda kaybetmesine değer mi
acaba? Bilemiyorum.
Tabii ki bugünkü
teknolojik nimetlerden vazgeçemeyiz. Bugünkü konforu bırakıp çocukluk
günlerimizdeki hayata hangimiz dönmek ister? Herşey yaşandığı devire
göre güzel, ama nedense o “yokluk dönemi” olarak tanımlanabilecek
günlerde büyük küçük hepimiz içten gülebiliyorduk. Belki de hayattan
fazla beklentimiz olmadığından, gelecek korkumuz da yoktu. Zengin ile
fakir arasındaki yaşam makası da bugünkü kadar açık değildi. Kısacası
zengin de mutluydu (kısmen de olsa) fakir de…
Konfordan vazgeçip o
zamanki yaşama geri dönmeyi istemesek de, “bu hisler sadece nostaljik“
diye önemsemesek de, sisler arasındaki çocukluk günlerimizi
bölük-pörçük hatırladığımızda burun direklerimiz nasıl da sızlıyor
değil mi? Bu sızıyı duymamızın nedeni acaba geriye gelmeyecek olan o
çocukluk ve gençlik yıllarımızı kaybettiğimiz için midir, yoksa
gerçekten o zamanki yaşam tarzının daha iyi olduğu için mi? Ne dersiniz?
19 Şubat 2014 – Adana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder